4 Eylül 2016 Pazar

ODA



6. Hal                                                          

Bu oda nasıl bir oda
Durmadan yasaları değişiyor
Kazananı yok yenilenleri var
Anneden katil
Yaşlı kadından bıçak oluşuyor
Bedenler ruhlardan sıyrılıp birbirinin yerine geçiyor
En son bir bebek bir psikopatın derisine yerleşmiş

Korkuyorum, bu hiç elimde değil
İşgal çoktan başlamış
Mutfaktan girmişler
Şimdi dalga dalga tüm eve yayılıyorlar
Ne zaman beni de dönüştürecekler
65. odada bekliyorum

(Evin krokisi:
Birinci oda en başta
On üçüncü orta katta
Koridorlar hep dümdüz)

7. Hal

bu oda var mı yok mu
ben göremiyorum hiçbir şey
ses de gelmiyor sokakta geçenlerin 
kokusu da gelmiyor mutfakta yemeğin
yumrukluyorum duvarı
çarpmıyor elim
bekliyorum, akmıyor kanım

ben mi yaratım odayı, ne
elime kalemi almışım
duvarı çizmişim, boşluk
yaşlı bir kadın çizmişim, korku
içine öfke koymuşum, cinnet
şimdi durmadan beni bıçaklıyor

8. Hal

Bu oda yok aslında
Şehir bomboş arazi
Tebeşir tozuyla çizmişler evleri
İnsanlar kansınlar diye duvarlar yapmışlar
İyice inansınlar diye üzerinde çatı, içinde canlılar

Kandıramazlar beni
Tüm şehir birbirini görüyor

(Birinci ev: akşam yemeğini yiyor
Dokuzuncu ev: siyah çocuğu kesiyor
On yedinci evle dördüncü ev, ince bir çizgiyle ayrılmış)

Tedbir almalıyım
Yatağımı hemen saklamalıyım
Annem devlete küfrediyor engellemeliyim

Duvarlara beni kimse inandıramaz



(Hece Dergisi, Eylül)

8 Temmuz 2016 Cuma

YAŞAMAK İÇİN GÜZEL BİR YALAN: GODOT’YU BEKLERKEN


Vladimir ve Estragon bir yerde buluşur, Godot’yu bekler. Sözleşmişlerdi Godot ile. Zaman geçer, sabırsızlanmaya başlarlar ama bir türlü gelmez Godot. Yine de bekleyişlerini devam ettirirler. Godot’un bir gün çıkıp gelme ihtimali umuda dönüşmüş. Küçücük bir umut bir ağaç dibinde günlerce mantıksızca beklemelerine yetmiş. Bir süre sonra asıl tehlike başlar. Sürekli bekleyiş ve her gün tekrarlanan ritüeller sıradanlaşır, hem zamanın hem de eylemin önemini ortadan kaldırır. Çünkü sıradanlık ve süreklilik, sonsuzluk ve hiçlik yaratır. Demiri eriten kızgın lavlar gibi eylemler ve zaman hiçliğin/sonsuzluğun içinde küle dönüşür. Aynı noktada aynı şeyleri yaparak günlerce bekleyen adam dünün bugünden bugünün dünden farkını bilemez, 365 gün aynı gün haline gelir, tüm eylemler aynı eylem olur, zamanın da farkına varılmaz, yapılanların da farkına varılmaz. Nitekim Vladamir ve Estragon ne kadar zamandır Godot’u beklediklerini bilmez, günün Pazar mı, cumartesi mi, Perşembe mi olduğunu hatırlamaz, bir önceki gün görüşmüşlerdi ama hatırlamazlar görüşüp görüşmediklerini, bir çocuk gelir yanlarına Godot’un yarına geleceğini söyler, yarın olduğunda çocuk tekrar gelir yanlarına bir daha Godot’un yarın geleceğini söyler ama çocuğa sorduklarında daha önce yanlarına gelip gelmediğini hatırlamaz.

Müthiş bir hafıza kaybı. Hem çocukta hem de Vladimir ve Estragon’da. Bir tür Alzhemir hastalığı. Sanki geçmişte hiçbir şey yaşanmamış, geleceğe dair az umutları var, sadece oldukları anın kısa bir diliminde yaşıyorlar, bir saat öncesi bile söz konusu olunca tepe taklak oluyor her şey. Tüm ömürleri kısacık ana sıkışmış.
Bundan sonra gerçeklik kaybolup gider. Yapılanların önemi olmadığı için anlamın da önemi olmaz. Kişiler, isimler, kelimeler, beklenen mekanlar, bekleyen kişiler, gelecek kişiler, Vladimir, Estragon ve Godot topluca anlam kıyımına uğrar, toz buz olur. Vladimir’in Estragon olması, Estragon’un Vladimir olması ya da ikisinin hiç olmaması fark etmez. Günün pazartesi mi, pazar mı olduğunun önemi kalmaz. İnsan standartlaşan sistemin içerisinde sistemin yürümesi için sistemin parçası haline gelir, canlı bir nesne olur. İnsan sadece kendisine değil dünyaya, eşyaya da yabancılaşır. Bir taşın yaşamla ne kadar münasebeti varsa insanın da o kadar olur.
Samuel Beckett personalarına yaşattığı hafıza kaybı ile farkına varılmayanı gün yüzüne çıkarır. Beckett için en fazla biraz abarttığı söylenebilir. İnsanların gözüne soktuğu gerçeklik inkar edilemez. Ve Beckett yaşamdaki akıl dışılığın ciğerini söker, iki perdelik oyun şeklinde insanların önüne atar. Tekrarlanan ritüeller önce kendisini işkal eder sonra insanının yaşamındaki birçok şeyini.  
Herkes hayatına devam eder ama ritüellerinin, günlük yaşamın sıradanlığının nasıl bir canavara dönüştüğünü fark etmez. Hatta yaratılan canavarın insanı yok ettiğini, hem de çok acı bir şekilde yok ettiğini, elini kolunu bile görmeyecek hale getirdiğini, canlı bir taşa dönüştürdüğünü fark etmez.
Her gün kahvaltısını yapıp saat sekizde işine giden bir memur bir süre sonra fabrikada vida sıkan penseden farkı olmaz. Ya da her gün iki kez saati sekize vuran akrepten.  Memur, ne yaptığı kahvaltının bilincindedir ne de işe nasıl gittiğinin. Yaşam önünü açıp ilerlemek isterken geçmişi ve geçmişte yaşananları cansızlaştırır.

 

Vladimir ve Estragon, Godot’yu bekler. Tüm eylemlerinin nedeni Godot’un çıkıp gelmesi. Ama günü sonunda Godot gelmez.  Gerçekten Godot adında birinin olup olmadığını öğrenemeyiz. Belki de Godot hiç yoktur, tamamen uydurulmuştur. Tüm yüzler Godot’un yüzü ile karışır, herkes hem Godot olur hem de hiç kimse olur. Estragon Pazzo’yu gördüğünde “Godot bu muydu” der.

Oyunun sonunda sorular takılır kafamıza. Dünyada varlığına inandığımız, uğrunda ömür tükettiğimiz her şey gerçekten var mıdır acaba, yoksa dünyada kalmak için kurgular oluşturup bahaneler mi uydurmuşuz? Sevdiğimiz insanlar, inandığımız tanrı ne kadar kendisidir, ne kadar bizim kurgumuzdur. Deney yapılırsa yüzde on gerçekliğe karşın yüzde doksan uydurulmuş çıkar beklide.
Beckett, insanların dünyada kalma sebeplerine dinamit koyuyor resmen. Çünkü yaşamak için yalan da olsa nedenlere ihtiyaç var. Vladimir ve Estragon baş başa kalması için hiç olmayan Godot’un kurgulanmasına ihtiyaç var. Godot inançlı bir adam için tanrıdır, devrimin olacağına inanan biri için ideolojidir, yükselmeyi bekleyen bir memur için müdürlük, başkanlık koltuğudur. Bir askeri yıllarca savaşacak halde tutmak için en güzel yol gelecekte yüzbaşı ya da albay olacağı umududur. Asker için Godot’yu böyle bir umuttur.
Aynı durum Dino Buzatti’nin, Tatar Çölü romanında da söz konusu. Bastiani kalesindeki askerler ve Drago, Tatar Çölünden bir gün düşman askerlerin çıkıp gelmesini, savaşın çıkmasını bekler. Savaş çıkarsa işe yaradıklarını ispatlayacaklar. Çünkü askerlerin varoluşu savaşabilmelerine bağlı yoksa kale bekçisinden farkları kalmaz. Bu bekleyiş uğruna Drago yaşamını kalede tüketir ve sonunda ölür. Durumun dramatik tarafı Tatar çölünden hiçbir zaman düşman askerlerin gelmeyeceği halde böyle bir yalanın uydurulmasıydı. Ne için? Yaşamak için Godot’yuların gelmesi umut edilmeli.

Gerçekliğin yüzü çok acı olduğu için insanlar gerçeklikten korkar, gerçeklikle baş başa kalmak istemez, yalanın tatlı yüzünü gerçekliğin acı yüzüne tercih edip uydurmuş olanla yaşar. Katı, değişmez gerçeklikle yaşamaktansa esnek, isteğe göre şekillenen yalancı gerçeklikle yaşamak çok daha kolaydır.  Dünyada tüm Godot’yuların toplamı gerçeklikten tonlarca kat büyüktür.

 

VİTRİN DERGİCİLİĞİ: OT, OTLAK, CİNS, KAFKA VS.

Son yıllarda popüler dergilerin mantar gibi çoğaldığını görüyoruz. Ben bunlara vitrin dergileri diyorum. Sömürü dergileri de söylenebilir. Kim ne derse desin. Yeter ki kastimiz anlaşılsın. Bunlar: Ot, Otlak, Cins, Kafa, Kafka…
Kısaca isimler böyle. Unuttuğum isimler olabilir. Birbirlerinden çok farklı olmadığı için önemli değil hepsinin isimleri.

Türkiye’de Edebiyat dergilerinin tarihine bakıldığında ideolojik kaplaşmaların oldukça keskin olduğu görülür. Tartışmaların, karşıtlıkların sık olduğu görülür. Vitrin dergiciliğinin varoluşuna uygun olmasa da ideolojik kaplaşmalar az olsa da vardır. Bu durumun da vitrin dergiciliğinin işine geldiği söylenebilir. Örneğin bir taraf okuyucusuna Necip Fazıl’a bağırmak istiyor, diğer taraf Nazım Hikmet’le. Tabii dediğim gibi kaplaşmalar keskin değil, homojen değil heterojen birliktelik var, iç içe geçmişlik var. Piyasaya seslenildiği için kimin nerde yazdığı çok önemsenmiyor. Zaten amaçları bir kitle oluşturmak veya bir kitleye söz söylemek değil, olabildiğince çok kişiye ulaşabilmek. Olabildiğince çok satabilmek, çok para kazanabilmek.
İki dergiyi örnek verirsek, ayırımı görmek açısından.
OT dergisi: daha sol daha demokrat çevrelerin oluşturduğu biliniyor.
Cins dergisi: İslamcı, sağcı çevrenin oluşturduğu dergi.
Cins dergisi daha dar çevrede kalsa da Ot dergisi vitrin dergisinin hakkını tam anlamıyla veriyor. Yazar vitrinine bakıldığında her çevreden insan görülebilir.

  

Kafa dergisi için bir parantez açmak lazım. En önemsemediğim vitrin/sömürü dergisidir. Birkaç yıl önce Posta gazetesinde Kürdler için       “Güneydoğu’da çanak anten terörü” yazısını yazan ırkçı kişinin dergisidir.   Candaş Tolga Işık. Irkçılık tedavi edilen hastalık grubuna girmiyor. Bu yüzden ömensiz. Kafa dergisinin yazarlarına bakıldığında demokrat-liberal-geniş kitleler tarafından sevilen, tanınan yazarların kalem oynattığı görülüyor. Irkçılığın para etmeyeceği bilindiği için vitrin dergiciliğinin varoluşuna uygun olarak bu yazarlar tercih edilmiş.
Buradan vitrin/sömürü dergiciliğinin muhtevasına geçelim. Okuyucusu kitlesi kimdir? Nasıl yazarlar tercih ediliyor? İçerik hangi konulardan oluşturuluyor?

Okuyucusu: Fast-food ile beslenen, yediğimde bana dokunmasın, beni yormasın hafif ve hızlı ürünler tüketeyim diyen okuyucunun dergisidir. Bir kavram daha yazabiliriz. Fast-food okuyucu.

Vitrin Dergisi yazarları: Vitrin dergileri piyasa değeri olan, geniş kitleler tarafından bilinen, sevilen isimleri seviyor. Demokrat, liberal, ılımlı, politik olarak geniş çerçeve çizen yazarlar en uygun olanlarıdır. Kitap satışları patlamış bir isimse tadından yenmez. Tam vitrin yazarı olmaya uygun.
Zaten dergi kapaklarındaki isimlerine bakıldığında anlaşılıyor. Süper marketin süper reyonu gibi. Şampiyonlar liginin karma kadrosu gibi çeşitli, zengin, türlü türlü. Gösterişe değil, içeriğe önem veren bir dergi, isimleri bu kadar göze sokmaya çalışmaz, reklam yapmaz.

Vitrin dergileri okuyucuyu avlamak için etrafında dönüp dolaştığı birkaç kaynak vardır. Neredeyse tüm vitrin dergileri aynı kaynaklardan besleniyor. Gösteriş yapabilecekleri,  hafif ve hızlı tüketilebilecek ürünler çıkartabilecekleri konular, meseleler seçiyorlar. Onların amacı üretmek değil, sunum yapmak, göz boyamak, kısa bir süre için okuyucuya haz vermek, okuyucuyu tatmin etmek.
Bu durum onları ucuz edebiyat, ucuz sanat sunucuları haline getiriyor.
Muhammed Ali örneği verilebilir. Daha mezarının toprağı kurumamışken kapak yapıldı. Büyük puntolarla reklamı yapıldı, gelecek sayılarda konu edileceği söylendi.

Vitrin dergiciliğinin sömürü kaynaklarına gelirsek:

Yeşilçam sineması: Dergi kapaklarından başlayarak derginin son sayfasına kadar görebiliyoruz. Yeşilçam artistlerinin fotoğrafları, insanların kalbinden yer etmiş replikleri boy boy vitrine koyuluyor. Bu da yetmiyor posterleri basılıyor.  Günler öncesinden reklamı yapılıyor. İşte “Temmuz sayımızda Kemal Sunal olacak”. Bilmem şu sayımızda “ Şener Şen’in çocukluk fotoğrafını ilk kez yayımlayacağız.” Sadece bunlarla bitmiyor. Kaç kez aynı dergilerde veya farklı dergilerde görmüşüzdür. Münir Özkul’un “Bak beyim sana iki çift sözüm var. Koca adamsın…” sözleri, Alyazmalım filminde Kadir İnanır ile Türkan Şoray arasında geçen diyaloglar ve  başka filmlerdeki replikler önümüze şiir olarak, gözyaşı olarak, şarkı olarak alt alta üst üste yazılarak getiriliyor.

Nostaljinin ve duygunun taciri yapılıyor. Edebiyat adına edebiyatla sömürü yapılıyor.

Başka bir sömürü kaynağı da: Popüler isimler. Edebiyata, şiire, sinemaya damga vurmuş popüler isimler her seferinde makyajlanarak yenmesi için insanların önüne bırakılıyor. Sadece yemeğin görüntüsü değiştiriliyor, tadı aynı, muhtevası aynı. (Yemeği yedikten sonra kusmamak için kendinizi zor tutuyorsanız, iyi yoldasınız demek ve demek ki siz vitrin dergisi okuyucusu değilsiniz.)
Bu popüler isimler kısaca belirtirsek. Kafka, Dostoyevski, Sabahattin Ali, Oğuz Atay, Albert Camus…
Vitrin dergilerinin hiçbirinde söylediğim yazarlarla ilgili ciddi yazılar, ciddi                                           çalışmalar yapılmıyor. Okuyucuyu çekmek için yem olarak kullanılıyorlar.

Sonuç olarak: Vitrin dergileri edebiyat üretmez, sanat üretmez, düşünce kırıntısı ortaya koymaz, yeni bir şey söylemez, şaşırtmaz. Daha önce yenmiş yemeği ısıtıp ısıtıp okuyucunun önüne koyar. Daha önce görüleni, duyulanı makyajlayıp yeni bir şeymiş gibi sunar. Kandırmacadır. Postmodern kültürün defacto yönlerinin sonucudur. Yaratmazlar, var olanı yeniden yeniden kullanırlar.

Vitrin dergileri ile yüksek edebiyat yapan dergileri kıyaslandığında aradaki fark rahatça görülebilir. Örneğin, Postöykü ve Öykülem dergilerine bakıldığında kapaklarından itibaren ciddi edebiyatın, ciddi çalışmaların ürünleri oldukları fark edilir. İki derginin de kapağı gösterişsizdir, sadedir. Kafka’nın ya da Adile Naşit’in boy boy resimleri yoktur. Düşünmeye, düşünceye ve edebiyata davet eder okuyucuyu.

1 Nisan 2016 Cuma

ÜÇLÜ TEKRAR


Ben isimleri üç kez tekrar ediyorum
Çocukken öğrendim
Josef-Josef-Josef

Masamdaki kalemin ismini de üç kez tekrar ediyorum
Tabi masanın da ismini
Masanın altındaki betonu, oturduğum sandalyeyi
Masa. Kalem. Kalem. Ben. Sandalye. Beton. Ben …

Sonra cebimde duran telefon işin içine giriyor
Beni de tekrar et diyor
Yan masada oturan çocuk
-Rahat durur mu hiç
Çocuğun yediği sandviç
Arkamda oturan kızın okuduğu kitap
Kitabın yazarı, kitabın tüm kahramanları
Sakın kitabın sayfalarını görmeyeyim
Yoksa tekrar etmekten sabaha kadar kalkamam
İngeborg Bachmann. Malina. Malina. Malina

Üçer üçer tekrar ediyorum tüm Cafe’yi
Çocukluğum bela olmuş başıma
Başım üçer üçer çarpıyor

Kasaya bir kız yürüyor ismi
Ayşe- Ayşe- Ayşe
Belki Ayşe değil. Aslı veya Fatma
Şimdi üç kez Ayşe, Üç kez Fatma
Yalan. Üç kez de yalan
Aklım kendisine bahane arıyor

Kapıda bir garson geliyor,
                      Sanırım dertli
Garson-garson-garson
Dert-dert-dert
Karısına dün gece kızmıştır
(Bu da nerden çıktı)
Tepside dokuz tane su taşıyor
Dokuz kere su
Üç üzeri dokuz dersek
27. Bir de elde var garson
Bir de garsonun derdini ekle, yanına karısını, yanına karısının derdini
Matematiği iyi biliyorum
Üslü köklü küplü
Sayılar-sayılar-sayılar

Cafeda olduğumu belli ettirdim
Restoran da olabilir
İsimlerin bir önemi yok
Hepsi üç-üç-üç

(Hece Dergisi Nisan sayısında yayımlanmıştır.)

24 Mart 2016 Perşembe

Kafamın İçinde Birçok Kafa

                 (Resim: Denis Diderot'un ) 

Ben her yıl bir yaş büyümüyorum
Bazen art arda beş yaş büyüyorum
Bazen üç yaş küçülüyorum
Bazı yaşlarımda uzun süre bekliyorum
Akranlarım gelip beni geçiyor

En çok yedi yaşımda büyüdüm
Yediyken yirmi iki oldum
-Ece Ayhan parasız yatılı demişti
-Ben bilmiyorum

Tüm pislik çocukluğumdaydı
Bir anda çok yaş büyüdüm
Şimdi küçülüyorum
Ne kadar daha azalacağım
Belki bir insan ömrü kadar
Belki bir ağaç boyu
Bu bitimsiz bir koşu

Ben kendime yetişmeye çalışıyorum
(Rameau’nun Yeğeni miyim?
        Diderot bir cevap)

O kadar uzaklaşmışım ki sınırlarımdan
Aklım kalbimden çok daha fazla büyümüş
Ellerim ayaklarımın yaşında değil

Kafam hiç aynı kafaya eşit olmamış
Kafamın içinde birçok kafa dolaşıyor
Bazen masal dinleyen doğulu bir çocuk
Bazen Paris sokaklarında gezen bir adam
En son bir köylü

Şimdi eşitlemeye çalışıyorum hepsini
Kırpıyorum fazlalıkları eksiltiyorum
Bir bir tam insan olacağım

(Hece dergisinin Şubat sayısında yayımlandı)

31 Ocak 2016 Pazar

BİR PSİKOPATTAN DAHA ÜRKÜTÜCÜ OLAN NE? -SIRADANLIK



Bazı insanlar, bazı olaylar tüylerimizi diken diken ediyor. Bunun sebebi bugüne değin yapılmış tanımlamaları altüst etmeleri, masum görünümleriyle  ürkütücü olarak  bilinenlerden daha ürkütücü olmaları. Gerçek ürkütücü olmaları. Ama öyle bilinmemeleri. Ezber bozmaları.
Farkında olmadan asıl olanı, gerçekliği kaçırıyoruz ama her şey gözümüzün önünde yaşanıyor aslında. Durup bakamıyoruz. Bakıyorsak göremiyoruz. Neden mi? Çünkü sıradanlık, alışkanlık ve yanılsama kör eder gözleri.
Bazı örneklerle mevzuyu anlatalım.           

1.      Bir Nazi komutanı yüzlerce Yahudi’yi katleder, öldürür. Hiç acımadan, elleri titremeden, gözünü kırpmadan, büyük bir soğuk kanlılıkla. Ve komutanın ismi  bu yüzden kasaba çıkar, büyük nam yapar. İsrail istihbaratı büyük uğraşlar sonucu komutanı tutuklar. Mahkemelerde yargılanacak, işlediği suçların hesabı sorulacak. Komutanın tutuklama haberi basında büyük yankı yapar. Komutanın kasap, acımasız ve gaddar olduğunu, psikopatlığıyla bir sürü insanı öldürdüğünü yazar basın uzun süre. Halk da çıkan haberlere inanır. Komutan mahkeme önüne çıkar. Detaylı bir inceleme yapılır hakkında. Ve anlaşılır ki. Komutan çocuğuna, eşine bir fiske bile vuramayan, kimseye karışmayan kendi halinde, gayet normal, sıradan bir insandır. Sırf kedisine görev verildiği için, rütbe ve kademe yükselmek, üstlerinin gözüne girmek için öldürmüştür bütün bu insanları. Hiç acımadan gayet normal bir eylem olarak yapmıştır. Görüldüğü gibi adam bir psikopat değil gayet sıradan biri, sıradan nedenlerle katliam yapmış. İşte bu sıradanlık bir psikopattan çok daha ürkütücüdür. Bu sıradan komutan zalim, gözü kara bir insandan çok daha korkunçtur.
80 darbesinde işkence yapan, idam ettiren, eden, o kadar insanı yok eden kamu görevlilerini düşünelim. Belki de ne kadar sıradan insanlardı ve ne kadar sıradan sebeplerle bu kıyımları yapmışlardı. Belki de çocuklarına bir tokat atmamışlardı, dışarıda olan insanlardan farkları yoktu, bir yaşlının elini tutup trafik ışıklarında karşıdan karşıya geçirmişlerdi. Normal yaşamlarında herkes gibiydiler. Halktan biri gibi. Sabah kalkıp işine giden, akşam eşine çocuğuna ekmek getiren adam gibi. Ya da sabahtan akşama çayhanelerde okey oynayan adam gibi. İşte bu insanlar o üniformaların altına girdiklerinde işkenceler yapmış, insan öldürmüşlerdi. Hangisi daha korkunç? Bu sıradan insanlar mı, bir psikopat mı?
Ve bu sıradan insanların hiç biri katil değildi. Sanki karınca ezmişlerdi. Bu da ayrı bir ironi. Yasa vardı diyecekler. Kimin yasası? Oysa bir üstteki bir alttakine emir vermemiş miydi?

2.      Hitler’i düşünelim. Hitler baskı kurmuştur halkın üzerinde. Kendine biat etmeyenleri, ortadan kaldırmıştır, sindirmiştir. Toplumun önde gelenlerini cezalandırmıştır, ya hapse atmıştır ya da gözünü korkutmak için dava açmıştır. Medyayı, gazetecileri, aydınları tehdit etmiştir. Sesinizi kesin, fazla düşünmeyin demiştir. Buraya kadar olağan her şey. Asıl bundan sonra hikaye başlıyor. Sıradan insanlar veya halk Hitler’in gölgesinden bile korkar hale gelmişse, hiç baskı kurmadığı yerlerde bile Hitler’in  sopasını sırtlarında hissediyorsa, her an sanki arkalarındaymış gibi hissediyorlarsa, sürekli izlendiklerini düşünüyorlarsa kabus başlamış demektir. Dikkat edilmesi gerekilen: Hitler’in gölgesinin Hitler’in kendisinden daha ürkütücü olması, insanların Hitler’in isminden çok daha fazla korkmasıdır. Artık Hitler olmadan, buyur etmeden insanlar hizaya girer, verilmeyen emirleri bile yerine getirir, olmayan yasaları bile uygular. Bir tür şizofrenik haldir. O kadar askerin, güvenlik görevlisinin, istihbarat elemanının sağlayamadığı otoriteyi bir gölge elini kıpırdamadan sağlıyor. Artık gölge her yerde evlerde, iş yerlerinde, yatak odalarında, arkadaş ortamlarında, en mahrem yerlerde, hatta insanların içinde, bedenlerinin bir parçası gibi, el-kol-kalp gibi dolaşır. Hitler’in yerine hayaleti halka sesleniyor, dünyaya meydan okuyor ve herkes hayaletin söylediklerini uyguluyor. Aslında hiç söylenmemiş sözler yerine getiriliyor.


3.      Kötülük nasıl sıradanlaşır? Nasıl kimse kötülüğü fark etmez, başkasının ölümüne, felaketine bağışıklık kazanır? Bir sürü insan gözler önünde ölür, savaş olur çocuklar kurşuna dizilir, binlerce göçmen denizi geçmek isterken boğulur, bir ülkenin tamamı dilenci olur, evini terk eder insanlar ama kimse üzülmez, hatta kılını bile kıpırdamaz, rahatını bozmaz. Oysa her insan kendi ölümünden deli gibi korkar, kendi açlığından, evsiz kalacağından korkar. Değil o ölüm anı, öleceği düşüncesi bile çılgına çevirir herkesi.
Eğer kötülük bu kadar sıradansa kötülüğün tanımını nasıl yapacağız? Bu kötülüğün ölümü değil mi? Kötülük kötülüğü yok ettiği için sıradan bir hal aldığı için neyden bahsedilecek?
Kötülüğün sıradanlığı, kötülüğe alışmak, başkasının ölümüne hiç üzülmeme duygusu bir ülkenin yok olmasından çok daha ürkütücü değil mi? Daha doğrusu kötülüğün yok olması korkunç değil mi? Çünkü kötülük yok edilmemişse tepki verilmesi gerekilir? Olan bir şeye tepki verilmez mi? Yani bir insan öldürüldüğünde tepki verilmesi gerekilir. Eğer kötülüğe tepki verilmiyorsa alışkanlık muzaffer olmuştur, kötülük ölmüştür. Kötülüğün öldüğü yerde iyilik çok daha önce ölmüştür.

17 Ocak 2016 Pazar

Tanrı= Devlet = Baba Muhteşem Eşitliği

dogtooth ile ilgili görsel sonucuYorgos Lanthimos izleyicisini ekran önünde tekme tokat dövüyor dersek abartmış olmayız. Acıtıyor, rahatsız ediyor hem de çok. Bunlar kimi akla getiriyor ? Tabi ki Lars von Trier’i. 
Lantthimos, Lars’ın devamıdır. Sinemasında Lars’a benzerlikleri epey fazla. Neo-Lars von Trier diyeceğiz Yorgos Lanthimos’a.
Dogtooth filmi Türkçeye çevrilmiş ismiyle ‘Köpekdişi.’ Küçük bir ailenin küçük bir mekanda geçen yaşamını anlatıyor. Mekan ev ve bahçesi. Anne, baba ve biri erkek, ikisi kız olmak üzere üç çocuklu bir aile. Yönetmenin anlatmak istediği ve temel eleştirisini yaptığı: Aile, devlet, baba ve tanrı’dır. Akla Lars’ın Dogville ve Manderley filmleri geliyor. Tiyatro sahnesi kadar olan bir mekanda felsefik, toplumsal eleştiriler yapılıyordu.
Önerim Dogtooth filmini izlerken yanınızda mide ilaçlarını bulundurmanız. Özellikle bunaltı-kusmayı önleyici hap alın. (metpamit, antiasit tabletleri kullanılabilir)
Çünkü uç örnekler üzerinden anlatım yapılıyor.
Aile ne kadar küçük bir yapı olsa da devletle çok benzerdir. Yapısı, yasaları, hiyerarşik olması, ilişkileri ve bir kurum olması itibariyle devleti andırıyor. Baba ailenin başı ve en büyüğüdür. Aynı zamanda baba devletin en büyüğüdür, karar alıcıdır, başındaki kişidir. Baba, sözü ezilmeyen, kararları mutlak olan, bir anlamda kutsal olan, yani tanrıdır. Şöyle bir eşitlik kurabiliriz. Aile babası= devlet= tanrı.
Bir çok toplumda görülecek üçlü ilişki. Bazı toplumlarda koyu siyah bazı toplumlarda açık tonlarında görülür. Ama vardır. Ne kadar bu içimizi acıtsa da bu gerçekliği Yorgos bize gösteriyor. Bilinçaltımızın derinliklerine bakalım. Tanrı=baba=devlet nasıl bir benzerlikle yan yana durduğunu göreceğiz. Uyumuş karakterde ya da vahşi karakterde.
Üçünün kanunları, kitapları, sözlü buyrukları vardır. Ve yaşamı şekillendiriyor. Hepsi yasada birleşiyor. Yasaları yasakları, özgürlük alanlarını, günahları, cezaları, ödülleri belirliyor. Yasaların içinde kalanlar ödüllendiriliyor, makul oluyor ama yasalara uymayanlar cezalandırılıyor, günah işlemiş oluyor. Tanrı cehennem azabı ile korkutuyor, devlet hapishaneler diyor copluyor, baba tokat atıyor, para vermiyor, eve almıyor. Yasanın içinde kalınca da ödüller geliyor. Tanrı cennetine davet ediyor. Devlet memur yapıyor, üst makamlara çıkartıyor, makbul vatandaş yapıyor. Baba efendi uslu çocuk olarak görüyor, harçlık veriyor, onurlandırıyor. Bu muhteşem üçlünün gözünde birey çocuktur, kuldur, vatandaştır. Yani küçüksün, otoritenin altında yaşayan, boyun eğensin, bir bezelye tanesisin. Yasaların dışına çıktığında verilen cezaları argo tabirle tıpış tıpış kabul ediyorsun. Babanın ayaklarına kapanıyorsun beni affet, vuruyorsan vur ama affet diyorsun. Tanrıya dua ediyorsun, tövbe diyorsun, göz yaşı döküyorsun. Devletin karşısında makul, makbul vatandaş oluyorsun, üstün Senegal ırkındanım, doğruyum, hem çalışkanım hem şişmanım dersimi yapıyorum diyorsun, tekrar ediyorsun defalarca.
Yorgos bu üçlemesini kurarken tabi ki içini dolduruyordu. Ailenin küçük kızı babanın yasalarının dışına çıkmış, erkek kardeşin cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için evlerine dışarıdan gelen bir kadından kasetler almıştı. Oysa baba sadece istediği kasetlerin evde izlenmesini istiyordu. Küçük kız bu kasetleri gizli gizli izliyor, yeni babanın ambargosunu delip yeni şeyler öğreniyordu. Böylece yasaları çiğnemiş oluyordu. Burada baba sadece kendisinin istediği şeyleri çocuklarının/vatandaşlarının okumasını, bilmesini istemesi otoriter devletlerle ne kadar da benzer. Evin dışındaki dünyayla sadece babanın ilişkisi vardı.
Günün birinde baba küçük kızı yakalar kasetleri izlerken. Cezasını da verir. Eline kasetleri koli bandı ile sarar ve defalarca kızın suratına vurur. Her kıza vurduğunda kız yere düşer, bir süre sonra kalkar babanın karşısına geçer, yüzüne vurması için hazır olda bekler. Kabul etmiştir otoritenin gücünü. İtiraz yok, isyan yok. Aynı devlete olduğu gibi, tanrıya olduğu gibi. Baba hem kızı yakalıyor hem cezasını veriyor hem de yasa koyucu. Tüm güçleri kendinde toplamış. Tanrının yer yüzündeki muhteşem sureti gibi. İnsanlar tanrıya kul olurken onun rolünden çalıyor. Kendisini tanrının yerine koyuyor. Tabi bu durumu kimse itiraf edemez/etmez.
Babanın bu denli güçlü olduğu bir yerde, babadan sonra sözü geçecek olan kim?
Tabi ki erkek. Yorgos çocuklardan ikisini kız birini erkek seçmesi tesadüf değildi. Eğer erkek çocuk olmasaydı halka eksik olacaktı, bina da noksan olacaktı.
Erkek özellikle baba figürünün güçlü olduğu otoriter/ataerkil toplumlarda değerlidir, baş tacıdır, altın gibi kıymetlidir çünkü babanın devamıdır. Baba dediğimiz yani bu sistemin bu düzenin devamıdır. Baba öldüğünde yerine geçecek kişidir. Hangi varlık hangi düzen kendini imha etmek ister, ayağına kurşun sıkmak ister ki. Bundan erkekler yaşamalı, yaşatılmalı.
Burada en kötü haber kadınlara. Bu anlatılanlarda gördüğümüz gibi erkekleri devirmek, kadın=erkek eşitliğini sağlamak o kadar zor ki. Karşıda normal bir erkek, Ali, Veli durmuyor. Karşıda duran Tanrıdır, devlettir. Yani bir kadın kocasının zulmünden ya da kardeşinin zulmünden kaçarken ona karşı savaşırken aslında tanrı ile savaşıyor. Erkek tanrı, devlet ve baba tarafından korunuyor kendi bekaları/devamı için. Olay bu kadar net.
En ufak aileye inelim. Erkek kardeş yerine oturuyor, kız kardeş o olmazsa anne su veya yemek getiriyor. Kısaca kadın erkeğe hizmet ediyor. Kadın hizmetçidir, köledir. Erkek efendidir, sahiptir. Bu durumu kafası açık kaç erkek aşmış durumda ?
Evet Yorgos ekran önünde izleyicisini dövüyor, rahatsız ediyor dedik.
Peki Yorgos Lanthimos filmde nasıl anlatmış durumu? Belki çok iç acıtıcı, çok mide bulandırıcı ama gerçeği şöyle. Erkek kardeşin cinsel ihtiyacını karşılamak için ilk zamanlarda dışarıdan para karşılığında bir kadın getiriliyor. Sonra yabancı kadın evin küçük kızına kaset verdiği için baba tarafından cezalandırılıyor ve eve bir daha çağrılmıyor. Ailenin sırlarının ifşa edileceği korkusuyla baba dışarıdan hiçbir kadını evine almamaya karar veriyor. Burada bir boşluk oluşuyor. Erkek kardeşin cinsel ihtiyacını kim karşılayacak? Baba bu görevi büyük kızına veriyor.
Burada görülmesi gereken ensest ilişki değil. Hatta burada cinsellik yok. Görülmesi gereken kadının hizmet eden rolünde olduğu, erkeğin efendi, baba, tanrı, devlet rolünde olduğu.
Devletin, tanrının, babanın yasaları çiğnenmiyor mu? Kullar, çocuklar, vatandaşlar isyan etmiyor mu, karşı gelmiyor mu, eylem yapmıyor mu?
Yasalara uymak ne kadar doğal ise, yasalara uymamak da o kadar doğaldır. İkisinin de varoluşu bunu gerektirir.
Filmin adı Köpekdişi. Çocukların evin sınırları dışına çıkma, babanın yasalarından kurtulma vakti köpek dişlerinin düşeceği vakitti. Babanın koyduğu kurallar gereği, kendisi dışında kimse evin dışına çıkmayacaktı. Çıktıkları zaman uğursuzluk olacaktı ya da cezalandırılacaklardı. Yıllarca aynı sınırların içinde yaşamak büyük kıza zor gelmişti. Özgür olmak istiyordu. Köpek dişi de kendiliğinden bir türlü düşmüyordu. O da sert bir cisimle köpek dişini kırıp, evden kaçtı.
Öylece çocuk, babanın yasalarını çiğnemişti, kul tanrısına isyan etmişti, vatandaş devletin yasalarını delmişti.
Evde üç çocuk vardı bir de anne, dört kişinin içinden biri bu eylemi yapmıştı. Zaten devletin ve tanrının yasalarına çoğunluk boğun eğer, azı karşı gelir.

ÇOCUK VE ACI ÇEKTİRME ÜZERİNE

Çocuk masumluğun ifadesi olarak görülür.
Gerek yaşamın akışı içerisinde, gerek sanatın değişik alanlarında, mesela şiirde, sözler ve sözcüklerle çocuğun saflığı ve bozulmamışlığı kullanılır.
Yani saftır çocuk. Temizdir çocuk. Pisliğe bulanmamıştır çocuk.
Dünyanın bir ucunu baştan sona günah ve kötülük doldurmuşsa bunun tam tersi yönünde günah işlememenin ve iyiliğin sembolü olarak konumlanır çocuk.
Hatta bilinç altının derinliklerinde çocuğun kutsallığa tekabül ettiği söylenebilir.
Savaşta suçsuz bir yetişkinin ölümünden çok daha fazla can yakar suçsuz bir çocuğun ölümü. Kısaca, “çocuğa sakın dokunma”. “Suçsuz çocuk” dedim, suç ve çocuk yan yana getirilmeyen iki sözcük. Belki de bu iki kelimeyi yan yanda kullanarak suç işledim ben.
Buraya kadar yazdıklarımda aykırı bir durum yok. Üzerine konsensüs olacak ifadeler. Benim gördüğüm bir çocuk bir yetişkin kadar acımasız ve gaddar olabiliyor. Pisliğe batmakta bir yetişkinle kim boy ölçüşebilir denilebilir. Hatta bu yetişkin erkekse.
Çocuğa atfedilen iyilik ve masumluk havariliğinde bir yanlışlık olduğunu düşünüyorum. Burada peş peşe bir çok soru sorulabilir. Eğer çocuk saflığın ve bozulmamışlığın temsilcisi ise nasıl olurda çocuk acımasız ve zalim olabiliyor? Sadece bir soru. Acaba saflığın ve bozulmamışlığın kendisinde mi kötülük saklı?
Zalimlik kime bahşedilmiş? Kimin için var gaddar olmak ? 
Hangi yaşlar için hangi insanlar için? Hep soru.
İki filmle çocuğun acımasız da olabileceğini anlatmaya çalışayım.
Birinci film… Bela Tarr’ın “Santantango (Şeytanın son tangosu)” filminden.
On yaşlarında bir çocuk kediye türlü işkenceler yapıyor. Boğazını sıkıyor, aç bırakıyor, başını eziyor, canını acıtıyor. En sonunda kedinin mamasının içerisine fare zehri koyup kedinin önüne bırakıyor. Açlıkla debelenen kedi zehri yiyip ölüyor.
İkinci film… Kim Ki Duk’un “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış” filminden.
Yine on yaşlarında bir çocuk ormanda yaşayan bir çok hayvana acımasızca davranıyor.
Balığa, kurbağaya, kaplumbağaya…
Kurbağanın karnına taş bağlıyor, suya bırakıyor. Kurbağa hareket etmekte zorlanıyor, yürümek istedikçe yürüyemiyor. Çocuk kurbağanın acı çektiğini, gövdesinde taşla debelendiğini gördükçe zevk alıyor ve gülüyor. 
Aynı işkenceyi diğer hayvanlara da yapıyor, hatta bu hayvanlardan biri ölüyor. Tüm bu hayvanların acısı çocuk için mutluluk aynine dönüşüyor. Çocuk, zalim ve insanların acı çekmesinden zevk alan bir ordu komutanına, hayvanlar ise savunmasız halka dönüşüyor.
Bu filmlerdeki sahneleri hepimiz mahallemizde görebiliyoruz. Beş çocuk bir eşeğin sırtına binip eşeğin türlü yerlerine demir sopayla vurup, sivri bir cisimle eşeğin gözünü çıkartabiliyor. Yine küçücük bir çocuk kuşu yuvasından çıkartıp elleriyle kuşun başını kopartabiliyor, kurbağayı bir hortumla şişirip patlatabiliyor.
Peki o masumluk havarisini işkence çektiren zalime dönüştüren ne? İnsan acıdan zevk mi alıyor, birilerinin acı çekmesi haz mı veriyor ademoğluna? Ya da çocuk inanç, toplumun ahlak yasaları ve devletin kanunları manzaralarıyla örtülmediği için, saf ve saf olduğu için, çırılçıplak olduğu için ruhunda zalimlik cevherleri mi dolu ?
Böyle aklımızda dolaşan bir çok soru var. Hepsi bir inceleme konusu. Sanırım iyi bir psikanaliz uzmanına ihtiyacımız var. Her yollun ızgara sokaklı Roma’ya çıktığı gibi, her sorumuz bize aynı sonucu veriyor. Çocuk zalimlik yapabiliyor, en masum yaratığa acımasızca davranabiliyor. Şiirlerde biraz daha dikkat.

İsa mı? Musa mı?

Bu soru sanırım birçok kişinin aklından geçiyordur. Hatta aklı bulandırıp çıkmaz sokaklara saptırıyordur.
İsa mı? Musa mı?
Yani iyilik, merhamet, bir yanağına tokat atıldığında diğer yanağını çevirmek mi? 
Yoksa güç, sertlik, yok olmamak için önüne çıkanı un ufak etmek mi? Balyoz mu? Köpek mi?
Bu soruların cevapları var mı bizde? Tarafımızı seçtik mi? Yoksa bir çukura düşmüşüz debeleniyor muyuz halen?
O kadar basit değil aslında. Bu sorulara verilecek cevaplar bir ormanı baştan sona yok edecek ya da yeşertecek nitelikte.
Kötülük. En basitinden kötülüğe nasıl karşılık verilir. Böyle üstümüze üstümüze saldırıyorken…
Bunuel’in bir filmindeydi. Baş karakter rahip İsa’ydı. Kendisine yapılan tüm zulme, kötülüğe, haksızlığa rağmen karşılık vermeyip yoluna devam ediyordu. Tanrısına havale ediyordu, dua ediyordu. Çünkü İsa olmak bunu gerektiriyordu. Her türlü iğrençliğe iyilikle karşılık ver deniliyordu. Tanrının suret iyilikti. Merhamet göster deniliyordu.
Peki, bu yol bizim için çıkış mı ? Yani İsa olmak. Dünyayı her şeye rağmen iyiliğin kurtaracağına inanmak. İyilikle kötülüğün bilek güreşinde iyiliğin kazanacağına inanmak.
İşte dünyayı görüyoruz. Zulüm, savaş, felaket her tarafta. Zayıflar ezildikçe eziliyor. Dün de bugün de. Tarih bildiğimiz kadarıyla hep böyle.
Mesela Filistin’i düşünüyoruz. Nasıl kendini koruyacak, ölmeyecek. Ya da Afrika. Ya da biz.
İdeoloji tarihin bir kesitinde ortaya çıkıp buna bir cevap verdi. Sosyalizm. Cevabını evrenselleştirdi. Zayıfların güçlülere karşı bir duruşu vardı artık. Bir çıkış yolu.
Peki bu nefes ne kadar sürdü bu kanlı savaşa?
Tüm sorular bizi aynı kapıya çıkartıyor. İsa ve Musa.
Musa’nın tarafında herkesin iyi bildiği iki insan var. Biri Niçe. Diğeri Niçe’nin sinemada versiyonunu Lars von Trier. Niçe üstün insan diyordu. Yani insan güçlü olmalı diyordu, yenilmemeli diyordu. Hıristiyanlığa lanetler yağdırıyordu. İyiliğin temeline dinamitler koyup yerle bir ediyordu.
Lars’ın Dogville’inde en son ayakta kalan, ölmeyen köpekti. Yani Musa. Güç.
Şuna inanıyorum, kötülük her tarafa yayılmış bir virüs olsa da, insanda kötülüğün halen ulaşamadığı yerler var. Vicdan diyorlar belki. O küçük alan İsa’dır. Bozulmuyor. Değişmez ve sonsuz kalıyor. Ruh gibi, ilah gibi.
Peki, bu kadar kötülüğün, zulmün panzehiri ne? Soru bu?
Tarafım Lars ve Niçe’nin tarafı. Musa olmak.
Mutlak güç dışında bu dünyada galebe gelecek başka bir şey yoktur.
Her alanda savaş ve çatışma var. İki devlet arasında, iki parti arasında, iki insan arasında, kadın erkek arasında. Günlük ikili ilişkilerde bile.
Musa olmak dışında bir çözüm yok.