3 Aralık 2017 Pazar

BELA TARR NEYİMİZ OLUR?

Üzerine en çok kafa yorduğum insanlardan biridir Bela Tarr. Gerçekten onu benim için bu kadar özel kılan şey nedir? Sorulardan bir soru bu.
Bela Tarr’ı tanımam öğrencilik zamanlarında Kızılay’da bodrum katında bulunan gizemli bir CD’ciye girmemle başlar. Bağımsız ya da sanat sineması diye adlandırılan yaklaşık 20 tane film almıştım. Unutmam tanesi iki liraydı, bir tane filmi de bedava almıştım.

Görsel sonucuEle tutulacak bir sinema bilgim ve sinema bilincim yoktu. Ama o kadar yönetmen arasından Bela Tarr müthiş etkilemişti. Filminin adı Torino Atıydı. Diğer filmlerden daha büyük sinema yapıtı değildi belki ama taşıdığı anlamı sinemanın çok ötesindeydi.
Torino Atı’ndan sonra diğer filmleri de izledim. Hatta bazılarını birkaç kez. İzledikçe kafamda yarattığı anlam genişleyip derinlere doğru kök saldı.

Filmlerin muhtevasına gelirsem:
Tüm filmleri siyah beyaz. Filmlerinin genel olarak karamsar, umutsuz ve asık suratlı olduğu söylenebilir. Her sahne yas evinde geçiyor gibi. Ardı ardına tabutlar geçiyor ve siz geçen ölüleri izliyorsunuz. İnsanların güldüğü neredeyse hiç görülmüyor. Yıkım en şiddetli haliyle kuşatıyor her tarafı. Yıkımın şiddeti insanları öyle sarıyor ki hasta yaşlı adamlar bile dövülüyor, sokak levhaları yerinde sökülüyor. Bunun adı insanın içinde büyüyen kin ve nefret. Akciğer alveollerine kadar nefrete batmış bir insanın oluşturabileceği yıkıcılığı düşünebiliyor muyuz?
Bela Tarr hiçbir filminin hiçbir karesinde mavi boncuk dağıtmıyor. Kötülüğün araçlarıyla yıkabileceği ne varsa yıkıyor.  Ama bu yıkım öyle bir yıkım ki yapım için olanak sağlıyor.
Peki, Bela Tarr’ın sinemasını anlamlı kılan bunlar mı? Filmlerinin bu denli ölümle sarmalanmış olması mı? Evet, ölüm kelimesi bize anlamlı bir cevap verebilir. Antikaramsarlık, mutluk, gülmek yaşamaya yaklaştırıyorsa tam tersi karamsarlık, mutsuzluk ölüme yaklaştırır. Bela Tarr, izleyiciye ölüm hissini tattırıyor. Bu ölüm hissi öyle kupkuru ölüm hissi değildir, yıkımın ortasında dirilmeyi istemektir ama aynı zamanda ölümü arzulamaktır.
Bela’nın sinemasının anlamını varoluşumuzun köklerinde arayabiliriz.
Daha en başına, sıfır yaşına, anne rahminden dünyaya düşmeye gidersek. Doğmak doğmanın ilk adımıdır, yaşam boyunca insan doğar ve doğumunu tamamlamaya çalışır. Doğdukça doğmak için ölü taraflarını yok eder. Özetle doğmak şiddetli bir ölme ve öldürme isteğidir.
Bela Tarr’ın yaptığı tam da bu. Öldürme arzumuzu kendi elleriyle ellerimizi kana bulamadan gerçekleştirir. İçimizdeki yıkma isteğine olumlu cevap verir, bizim adımıza bunu gerçekleştirir. Yani adımıza katil olur.
Öldürme şiddeti arttıkça doğumumuzu sonuçlandırma olanağımız da artar. Yaşamayı ve yeniden doğuşu iyilikle değil kötülükle yapar.
bela tarr ile ilgili görsel sonucu 
Bela’nın sineması için başka bir gerekçemiz: modern zamanlardır.
Yaşamın gündüzde değil gecede olduğunu, aydınlıkta değil karanlıkta olduğuna işaret eder.
Gecenin insanları için Bela Tarr’ın filmleri morfin gibi rahatlatıcıdır.
Çağımızda cennetten çok cehenneme arzu var. Gündüzden geceye kaçış var. Bunun sebebi insanların psikopat oluşu ya da arızalı oluşu değildir. Büyük harflerle sebebini söylersek: Anlamın yitirilmesidir.  İyi olan yerini kaybetti, bayrağını başkalarına terk etti. Bu yüzden güller değil “çirkin”  bonsai ağaçları seviliyor. J

Özetle: Bela Tarr’ı izliyorsanız ölümle yaşam arasında büyük bir devinimle gidip geliyorsunuz demektir.  


30 Kasım 2017 Perşembe

Billy Wilder: The Apartment (1960)

Billy Wilder'ın iki filmini izledikten sonra Wilder'ın  mühendis olduğuna kanaat getirdim. Sonra bakınca, hukuk eğitimini yarıda bırakmış, Nazilerin zulmünden Amerika'ya kaçmış bir yönetmen  gördüm.
the apartment    billy wilder ile ilgili görsel sonucu

Filmlerinde çok inceden ölçülmüş biçilmiş hesaplar var. Hiç bir hareket boşuna değil, kırık bir aynadan bozulmuş kurabiyelere kadar her şeyin bir anlamı var. Bu mantık oyununda izleyici yorulmaz, daha önce gördüğünü bir daha görür, puzzleleri tek tek yerine yerleştirir.
Filmlerinde polisiye romanlarının etkisi çokça görülür. Hikayesi polisiye ya da cinayet olayının çözümü değilse de günlük hayattaki sıradan olaylar polisiye hikayelerinin havasında anlatılır.Tam olarak Wilder'ın filmleri, kitabın beyaz sahneye kopyalanmasıdır.

Filmlerinin bu denli sert hesaplarla örülmüş olması  Wilder'ın elini güçlendirse de izleyiciye hareket alanı bırakmaz. İzleyici gördüğü ile yetinir, kurguya ekleme çıkarma yapamaz. Ve bu yüzden izleyici asıl rolü olan izleyici olmaya devam eder, hiç bir zaman hikayeye dahil olamaz. 
Wilder'ın filmlerindeki bu müthiş matematik izleyen için can sıkıcı olduğu söylenebilir.

İlgili resim

The Apartment, başından sonuna kadar anahtar değiş tokuşu olarak sahnelese de eşyadan insan yaratma hikayesidir. Her şey dönüp dolaşıp Rus romanlarındaki 9. dereceden memur İvan'a ve Kafka'nın böceğine geliyor. Bürokrasinin, büyük harflerle memurluğun, insan etinden masa yapması o kadar şiddetli ki yüzyıllarca aşılamıyor. İnsanın kendini insan olarak yeniden yaratması, kısaca öze dönüş çabası hep devam ediyor. İnsan olmaya çalışmanın bedeli çok ağır oluyor ama bundan vazgeçilmiyor. 
Fotoğrafta görülen siyahlar giymiş sırtı dönük adam ve başları bezle örtülü daktilolar  bize mesaj veriyor. Eşyaya dönüştürülmüş, yüzü yok edilmiş ve herkesleştirilmiş insan portresidir. Eşyaya dönüştürülme bürokrasinin demir çarkları sayesinde oluyor. Bürokrasinin ölü toprağı kafaya serildiğinde insandan geriye bir şey kalmıyor. 
İnsan annesinden dünyaya düşünce tamamen doğmuş olmuyor, doğmak için ilk adımını atıyor. Geriye kalan yaşamında doğumunu tamamlamaya çalışıyor. Doğmak için ölü taraflarını yok etmek zorunda kalıyor. Özetle doğmak öldürme serüvenidir, öldürmenin şiddetti arttıkça doğumun tamamlanması kolaylaşıyor.
Kafka, kahramanını böceğe dönüştürüp yok etse de Wilder Amerikan sinemasının kolaycılığına kaçıyor, kahraman C.C. Baxter insanlığını kaybetme pahasına kazandığı koltuğunu geri vererek sevdiği kadına ve kişiliğine kavuşuyor. 

29 Kasım 2017 Çarşamba

Louis Ferdinand Celine: Gecenin Sonuna Yolculuk

İnsanın doğasını bu kadar çözmüş başka insan var mıdır bilmiyorum. Tanrının yüzüne pis pis gülüyordur, “ben senin bildiklerini çok iyi biliyorum” diye.
İnsan sormadan edemiyor. İnsanın ruhunu bu kadar bilecek ne yaptı? Ferdinand Cline’den söz ediyorum. Ama gördükleri insanın bataklıkları, karanlık ve açığa vurulmamış tarafları. Sanki tanrı ona insanın karanlık yönlerini görme yetkisi vermiş.  Tabii insanın ruhunun pisliğini görmüş bu adam insana durmadan lanetler yağdırıyor. 
O kadar da güzel bir yer de değil dünya, sonuçta ölüm öncesi, eninde sonunda toprağın tuzu oluyor herkes. Yaşadıkça alçalıyor insan. Kelimeleri gecenin karanlığı gibi derin ve kışın soğuğu gibi sert. Kaburgaya ruha saplanıyor. Savaşın anlamsızlığı mı, zenginlerin sefaleti mi, insanın iğrendiği yoksullar mı?

Güzel bir tat bırakan ve insanı hırpalayan bazı pasajlar aldım buraya. 

İlgili resimferdinand celine gecenin sonuna yolculuk alıntılar ile ilgili görsel sonucu  



1.     Geceyi sevdiğimi söyledim.
Sustu sadece, o da seviyordu biliyordum. Bildiğimi bildiği için sustu. Açıklama ihtiyacı hissetmiyordu. Konuşmak bir yerde bozmaktır insanlığı, ırzına geçerek hem de. Konuşsa bozulacaktı gece, bozulacaktı dehşet ve yalnızlık. 
Sakindik… Hayata diş geçirmeye çalışırken bunu sakince yapmaya çalışan iki acemiydik. Bizim bildiğimizi diğerlerinin de öğreneceğini düşünürdük kutsal bir inançla. Hem de kendimizi anlatma ihtiyacı duymadan, bizim bilincimize sahip olacaklardı. Konuşmadan anlaşacaktı bir gün tüm dünya. Tüm dünya üzerinde yaşanan derin bir sessizlik… 
Biliyorduk; insan sesinin çıkardığı gürültüyü başka hiçbir canlı çıkaramazdı, fısıldama olsa bile. Çünkü insanın çıkardığı seslerin bir anlamı vardı ve zihinde kapladığı yer evrensel bir boşlukta uzayıp gidiyordu. Şekil değiştiriyordu, "Acaba” oluyordu, “ya da” oluyordu, “Belki” oluyordu, “Hassiktir” oluyordu. Anlamını değiştiyor, değiştirdikçe zihne daha fazla basıyor, kokuyordu. Çöpler kovasına sığmıyordu.
Tüm bunları bilmesi, tüm bunları bildiğini bilmem konuşmamışlığımıza dayanır. 
Dünya denen dehşetli yerde en az kendim kadar şaşkın birinin daha olabilme ihtimalini bile aklımdan geçirmezken, bir ayna gibi ona bakmam, gözlerini okumam, sakinliğini duymam kadar şaşkınlık verici bir şey daha olamaz. Dünyanın dehşetengiz şaşkınlığına, birbirimizin şaşkınlığını da eklediğimizde, kafası bir ton, damıtılmış bir cesaret çıkıyor ortaya ki, cesaretin böylesi gerçekten tehlikelidir

2.     Zaten tüm dinlerde de bu böyle değil midir? Yüce Tanrısı artık papazın aklının kıyısından bile geçmeyeli sittinsene olmuşken, kilisenin ayak işlerine bakan görevli hâlâ dini bütün değil midir... Hem de imanına kadar? Gel de kusma!

3.     Gündüzün insanları sizi artık anlayamazlar.

4.     "Mutsuz olduklarını söyleyen insanlara öyle hemencecik inanmayın. Hele önce bir sorun bakalım hala uyuyabiliyorlar mı?"

5.     İnsan her şeyi aşmış olduğunu sanıyor ama sudan şeylere takılıyor. Fazla düş kuruyor. Sözcüklerin üzerinden kayıp geçiyor.


6.     Sizlere sesleniyorum, insancıklar, yaşamın salakları, dövülen, haraca bağlanan, ezelden beri terleyenler, sizi uyarıyorum, bu dünyanın kodamanları sizi sevmeye başladıklarında, bilin ki sizi savaş salamına çevireceklerdir... Bu kesin bir işarettir... Asla şaşmaz.


7.     Halkı kıçının bezi yapıyordu.

8.     İnsan gençken ve bilmezken her şeyi gönül yarası sanıyor...

9.     Yaşın ilerlediği halde, hâlâ gülme sırasının sana gelmesini bekleyedurursun, sıra sana geldiğinde de... Tabii bunun için de çok sabırlı olmak gerek... Çoktan gebermiş ve gömülmüş olursun...

10.  Güçlü bir iç yaşam kendi kendine yeterlidir ve yirmi yıllık buzulları bile eritecek güçtedir.

11.  .ancak aramıza savaş girmişti, insanlığın yarısını mezara, muhabbet olsun olmasın, öbür yarısını mezbahaya yollamaya yönelten o rezil müthiş hınç.

12.  İnsanlar o b*ktan anılarından, çektikleri sıkıntılardan bir türlü vazgeçmek istemezle r ve ne yaparsanız yapın bunun dışına çıkmalarını sağlayamazsınız. Ruhlarını böyle oyalarlar. Bugün yaşadıkları haksızlıklardan intikam almak için geleceği b*kla sıvamaya uğraşırlar kendi içlerinin derinliklerinde. Hem adil hem ödlektirler aslında. Doğaları budur.

13.  İnsan yaşamda yükselmez, alçalır.

14.  Öyle, büsbütün korkağım, Lola, savaşı ve içinde ne varsa hepsini reddediyorum... Ben savaş var diye üzülmüyorum... Ben kaderime razı olmuyorum... Ben bu konuda sızlanıp durmuyorum... Onu olduğu gibi reddediyorum, içindeki insanlarla birlikte, onlarla, onunla hiçbir alışverişim olsun istemiyorum. İsterlerse dokuz yüz doksan beş milyon kişi olsunlar ve ben tek başıma kalayım, yine de haksız olan onlar, Lola, haklı olan da benim, çünkü ne istediğini bilen bir tek ben varım: Ben artık ölmek istemiyorum.

15.  Gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir. Bu dünyanın gerçeği ise ölümdür.

16.  Zamanın mahzenlerinde yitirilmiş canlılar ölülerle birlikte o kadar uyumla uyuyorlar ki daha şimdiden aynı gölge örtüyor gibi onları.
Yaşlandıkça insan kimi uyandıracağını karıştırıyor, canlıları mı, ölüleri mi.

17.  ... O zamanlar çocuktum, korkutuyordu beni hapishane. Çünkü o zamanlar daha insanları tanımamıştım. Artık asla onların laflarına, düşüncelerine kanmayacağım. Asıl korkulması gereken insanlardır, sadece onlar, daima.

18.  Bir yetişkinin çekip gitmesine asla fazla üzülmeyiz, yeryüzünden bir gıcık yaratık daha eksildi diye düşünürüz, oysa bir çocuk için, asla o kadar emin olamazsınız. Bu işin yarını da var.

19.  ...Ancak bu kapandan kurtulma şansım yok denecek kadar azdı, yırtabilmek için gerekli ilişkilerin hiçbirine sahip değildim. Tanıdıklar listemde yalnızca yoksul insanlar vardı, yani ölümleri kimsenin umrunda olmayan insanlar.

20.  Kötülükleri kendi elleriyle yapmazlar, zenginler. Parasını verirler.

21.  Her şey bir alışkanlık meselesidir.

22.  Aşktan vazgeçmek, yaşamdan vazgeçmekten daha zordu. İnsan şu dünyada tüm vaktini öldürmeye ya da tapınmaya harcıyor, hem de ikiside aynı anda.

23.  Gelecekten söz edenler alçaktır. Önemli olan şimdidir. Gelecek kuşaklardan söz etmek kurtçuklara nutuk çekmektir.

24.  Tek değerli şey yaşamdır. Bahse girerim ki on bin yıl sonra, bize ne kadar mükemmel görünürse görünsün, bu savaş tamamen unutulmuş olacak... Olsa olsa bir avuç malumatfuruş, bu savaş ve onu süsleyen belli başlı katliamların kesin tarihi konusunda sağda solda kapışırlar, o kadar... İnsanların birkaç yüzyıl, birkaç yıl, hatta birkaç saat mesafeden birbirleri hakkında anımsanmaya değer buldukları biricik şey budur... Ben geleceğe inanmıyorum, Lola...

25.  İnsan şehvet bakiri olduğu gibi, dehşet bakiri de olabiliyor. ... Savaşın gerçekten içine girmeden önce, insanların o kahraman ve tembel pis ruhunun içinde neler olabileceğini kim öngörebilirdi ki?

26.  Katletme çılgınlığı dayanılmaz bir hale gelmiş olsa gerek, öyle ya, bir konserve kutusunun çalınması bile affedilebiliyorsa artık! Affetmek ne kelime? Basbayağı unutulabiliyor! Gerçi, bolluk içinde yüzmelerini bizimle birlikte tüm dünyanın kutsadığı koskoca haydutları her Tanrı’nın günü hayranlıkla izlemeyi alışkanlık haline getirdik, kaldı ki, biraz yakından incelendiğinde onların varlıklarının kanıtı her gün yinelenen upuzun bir cürüm dizisi olarak ortaya çıkmaktadır, buna karşın bu zatlar her türlü şerefe, şana, güce layık görülüyor, işledikleri suçlar yasalar tarafından da taçlandırılıyor, oysa, tarihte ne kadar gerilere gidilirse gidilsin –ve bildiğiniz gibi bana tarihi bilmem için para veriliyor– her şey bize şunu gösteriyor ki, basit bir hırsızlık yapılmışsa, hele sıradan gıda maddeleri, bir dilim ekmek, jambon ya da peynir çalınmışsa, o suçu işleyen kişi toplumun gözünde mutlak biçimde yüzkarası olarak damgalanıyor, kesinlikle kınanıyor, en ağır cezaları hak ediyor, kendiliğinden onurunu yitiriyor ve alnındaki kara leke ömrü billah silinemiyor, bunun da iki nedeni var, öncelikle bu tür cürümleri işleyen kişi genellikle yoksuldur ve bu zaten başlı başına vahim bir utanç vesikasıdır, sonra da, yapmış olduğu eylem topluma karşı üstü kapalı bir tür suçlama da içermektedir. Fukaranın hırsızlığı haince bir ihkakı hak’ka dönüşüyor, anlıyor musunuz...

27.  Eğer bu dünyanın içindeyseniz, yapılacak en iyi şey, öyle değil mi, buradan çekip gitmektir? Deli olsanız da olmasanız da, korksanız da korkmasanız da.

28.  Yaşamam için elinden geleni yaptı kadın... Asıl yapılmaması gereken doğmaktı...

29.  Yalnızca sefalet, insandaki dehayı özgür kılabilir.. Sanatçıya acı çekmek yaraşır!... bir tutamı asla kafi gelmez!... avuç avuç anca keser sanatçıyı!... çünkü sanatçı, ancak acıların bağrında doğurabilir de ondan!... ancak Acı'ya, Efendi'sine boyun eğdiği müddetçe!..

30.  Burada eğitiminiz hiçbir işinize yaramaz, evladım! Buraya düşünmeye gelmediniz, size uygulamanız emredilen hareketleri yapmaya geldiniz... Fabrikamızda düşçülere ihtiyacımız yok. Bizim ihtiyacımız olan şey şempanzelerdir... Benden size bir tavsiye daha. Bize bir daha asla aklınızdan söz etmeyin! Başkaları sizin yerinize düşünecektir dostum! Sonra söylemedi demeyin.

31.  Asıl korkulması gereken insanlardır, sadece onlar, daima.

32.  Sonuçta, ölüm biraz da evliliğe benzer.

33.  “ İnsan kadere iyice boyun eğdiğinde mutlu olmak için ufacık bir şeyler bile ona yetiyor. “



7 Kasım 2017 Salı

memurun kanı


masa görünce ciddileşiyorum
memurun kanı değmiş ayaklarına
öfke nöbetim az sonra başlıyor
allah korusun bıçak elimde
odanın ortasında patlayabilirim
konuştukça memurun kanı okul oluyor
ali hep topu atıyor
ve ayşe yedi yaşındayken yaşlanıyor
zor tutuyorum kendimi söze girmemek için
tanrı gibi susmayı beceriyorum
sustuğum için binaya duvar oluyorum
binalardan 657 tane koyun bacağı oluşuyor
sokrates lazım uyandırmak için
halen söze girmemek için zor sabrediyorum
yoksa sökeceğim kürtçeyi baştan sona
çölleşmekten hiç günahım yok
memur kanı masaya yayıldıkça
önüne gelen evraktan isa yaratılıyor
çarmıha vurulmuş bir isa müdür oluyor
diğer isalar masalarda tüfek oluyor