23 Mart 2018 Cuma

Öyle bir geçer zaman ki (Biz ve Hawking)

KARA TREN: STEPHEN HAWKING (8 Ocak 1942 –14 Mart 2018)
23.03.2018
14 Mart’ta aramızdan ayrılan çağımızın Kopernik’i Stephen Hawking’iZamanın Kısa Tarihi adlı eserini konu alan Ekim 1997 tarihli (Roll, sayı 12) yazı ve vefatı sonrasında kaleme alınan zeyl ile uğurluyoruz. 14 şarkı eşliğinde…

Rolling Stones söylüyor: Time waits for no one...

Hikâye bu ya, Ben Johnson’la bir kaplumbağa yarışa tutuşmuşlar, Johnson on kat daha hızlı koştuğu için kaplumbağa kardeşe on metre avans vermiş. Fakat sonra fena halde pişman olmuş, çünkü arayı bir türlü kapatamamış ve rüzgârın oğlu Ben Johnson, zamanın çocuğu kaplumbağaya geçilmiş.
Nasıl olur demeyin, aynen şöyle olmuş: Kaplumbağadan on kat hızlı koşan Johnson onuncu metreyi tamamladığında, kaplumbağa kardeş 11. metreyi geçmiş. Johnson 11. metreyi tamamladığında, kaplumbağa kardeş bir desimetre daha ilerlemiş. Johnson o desimetreyi tamamladığında, kaplumbağa kardeş bir santim daha ilerlemiş. Johnson o bir santimi tamamlarken, kaplumbağa kardeş bir milimetre daha ilerlemiş. Johnson o bir milimetreyi geçerken, kaplumbağa kardeş milimetrenin onda biri kadar ilerlemiş. Johnson milimetrenin onda birini geçerken, kaplumbağa kardeş milimetrenin onda birinin onda biri kadar ilerlemiş...
Ve bu böyle devam etmiş; Johnson, kaplumbağa kardeşten on kat daha hızlı koştuğu halde, avans verdiği on metreyi bir türlü kapatamamış... Yarıştan sonra, şaşkınlık, içinde kaplumbağa kardeşe sormuş: “Nasıl olur da böyle olur?” Güngörmüş kaplumbağa, “olur olur, bal gibi olur” demiş, “bu çok eski bir hikâyedir”. Johnson bakakalmış, kendi kendine mırıldanmış: “Amma hikâye...”


Roll, sayı 12, arka kapak, Ekim 1997

Tom Waits söylüyor: Time, time, time...

Bir “amma hikâye" daha var. William James, 1911’de yayınlananBazı Felsefe Meseleleri adlı eserinde, bir “zaman meselesi” atmış ortaya. Ve bir “14 dakika” örneği vermiş. Roll’un 12. sayısının mana ve ehemmiyeti bakımından, James’in örneğini “12 dakika”ya uyarlayarak aktaralım.
Bazı Felsefe Meseleleri’nin yazarına bakılırsa, 12 dakikanın geçmesine imkân ve ihtimal yok, çünkü 12 dakikanın geçebilmesi için, önce yarısının, yani altı dakikanın geçmesi gerekir. Altı dakikanın geçmesi için de üç dakikanın... Üç dakika için de bir buçuk dakikanın, bir buçuk dakika için de bir buçuk dakikanın yarısının, bir buçuk dakikanın yarısı için de bir buçuk dakikanın yarısının yarısının ve onun yarısının yarısının ve onun yarısının yarısının ve onun yarısının yarısının geçmesi gerekir. Bu gidişin varacağı yer belli: Sonsuzluğun labirentleri... Ya da zamanın sıfır noktası...
Zamanın sıfır noktası... Öyle bir şey var mı? Varsa, o noktanın öncesi ne, nasıl bir şey?
Umberto Eco bu sorulardan çok sıkı bir mevzu çıkarmış. Konu şu: 24 saatlik günün bir başlangıç ânı, bir sıfır noktası olması gerektiğine göre, bu “nokta” bir “yer”de ama, nerede?
Eco o noktayı Pasifik’teki bir adaya kondurmuş. O adada öyle bir hat varmış ki, orası 24 saatin başlangıç noktası, günün sıfır noktasıymış. O noktadan sonrası ise “önümüzdeki gün”müş. Peki ya o noktanın “berisi”? O da “evvelsi gün”. Zaten kitabın adı da, Önceki Günün Adası.


Roll, sayı 12, Ekim 1997

Mevzu harbiden derin. Bir insan zamanın sıfır noktasına gidebilir mi, giderse, o anda –yani sıfır noktası hattının üzerinde durduğu anda– nerede ve ne zamandadır? Dahası, hattın “beri” tarafına geçerse ne olur, nereye gider? Evvelsi güne mi?

Donovan söylüyor: Cosmic Wheels…

Evvelsi gün, dün, bugün, yarın... Hopi kızılderilileri böyle mevzulara takılmıyor, dillerinde “geçmiş”, “şimdi”, “gelecek” diye sözcükler yok. Çünkü, Hopilere göre, zaman “akmıyor”, “oluşuyor”. Hopi'lerin düşünce dünyalarında kâinatın iki veçhesi var, “Olan”, yani tezahür etmiş olan... Ve olmakta olan, yani tezahür etmekte olan...
“Olan” objektif ve somut, “kuvveden fiile” çıkmış, somutlaşmış bir “nesnel” durum. Ve ortaya çıktığı andan itibaren “şimdi”den ziyade geçmişe ait. Zira, bir kere “olmuş” olmuş. “Olmakta olan” ise, henüz potansiyel halde olduğundan, sübjektif ve soyut. İzlenimler, imgeler, simgeler, umutlar, arzular, hevesler, niyetler, duygular ve sezgilerden mürekkep bir “potansiyel” bu. “Olmakta olan”, işte bu potansiyelin kuvveden fiile çıkarak somutlaşma, nesnelleşme süreci.
Böyle olunca, haliyle “şimdiki zaman” bir bıçak sırtı mahiyeti kazanıyor. “Olan”ın olmuş olduğu (yani artık maziye karışmakta olduğu) ve “olmakta olan”ın olmakta olduğu bir an. Dumursal durumlar yani...
Peki bütün bunların ve bu kâinatın müsebbibi ne, kim? Hopilere göre “a’ane himu”. Kelimesi kelimesine Türkçesi, “güçlü bir şey”... Tamam, “güçlü bir şey” ama ne? Hopiler ellerini iki yana açmakla yetiniyor: Güçlü bir şey, kim bilir ne? Bir tür kozmik nefes... Zaman işte!..
Deep Purple söylüyor: Child In Time…
Zamanın tanrılığı kızılderililere has bir inanç değil. Eski Yunan’da, tanrıların tanrısı Zeus’un babası da “zaman”: “Her şeyi yaratan ve yok eden Kronos”...
Çapraz bulmacalardaki bankomuz, eski Mısır tanrısı Ra da “zaman”ın ta kendisi. Güneş tanrısı Ra, doğarken böceğe, batarken krokodile dönüşüyor. Geceyarısından sonra ise çift başlı (başları aksi yönlere bakan) bir aslan halini alıyor: Routi... Yani “dün ve yarın”.
Çin düşüncesinde ise, Tao, zamanı temsil eden eril ilke Yang ile kuvveden fiile çıkmayı temsil eden dişil ilke Ying’in uzayda birleşmesinden meydana geliyor. Ayrıca, Yang ve Ying sadece kozmik ilkeler değil, aynı zamanda kozmik ritmler. Ve, zaman anlamındaki Çince sözcük, che (ne rastlantı) daha çok “koşulların bir eylemin ortaya çıkmasına elverişli olup olmadığını” bildiriyor. (O kadar kısa bir kelime, bu kadar uzun bir tarif... Oluyor işte!)

Bob Dylan söylüyor: Last night I dreamed about St. Augustine

Ortadoğu’da ortaya çıkan tek tanrılı dinlerin dışındaki inanç sistemlerinin hemen hepsinde, tanrı hep zamanın içinde var oluyor, hatta bazen de zamanın ta kendisi oluyor. Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’te ise zamanın dışında. Kâinatla birlikte zamanı da yaratıyor. Ama, önce yerküreyi, “dağları ve denizleri” yaratıyor, sonra da zamanı: “gündüzü ve geceyi”...
Yani “o”, zamandan önce de var. Peki, “zamandan önceki zamanda” Tanrı ne yapıyor, nerede ve nasıl vakit geçiriyor? Kâinatı ve zamanı ne zaman yaratıyor? Ve niye “o zaman” yaratıyor da, başka bir zaman yaratmıyor?
Hikmetinden sual olunmaz, peki. Fakat insan Einstein’ın ünlü sualinin hikmetini de merak ediyor: “Yoksa, tanrının başka seçeneği yok muydu?” Yani, kâinatı ve zamanı yaratmaya, üstelik de "o belirli anda" yaratmaya mecbur muydu?
Kâinatın bir başlangıç zamanı olup olmadığı insan zihnini öteden beri uğraştıran bir şeydi. Ne de olsa, “dünyanın düzeni” önemli ölçüde bu sorunun cevabına göre şekillenecekti. Hıristiyan teologların “filozofların filozofu” diye yere göğe koyamadığı Aristo’ya göre, kâinat ebedi ve ezeliydi, herhangi bir zamanda başlamamıştı, herhangi bir zamanda da bitmeyecekti. Hep vardı ve hep var olacaktı. Aristo’nun ezeli ve ebedi kainat yorumu, tanrının ve elçilerinin ve temsilcilerinin “müdahale” alanını bir hayli daraltıyordu. Bu da, haliyle, teolojinin işine gelmiyordu.
Aziz Augustine, Aristo’yu “revize” etti ve bugünkü Vatikan’ın bile resmi görüşü olan dogmayı ilan etti: Zaman, tanrı tarafından yaratılan kâinatın niteliklerinden biriydi ve kâinatın başlangıcından önce, zaman diye bir şey yoktu. Yani, zamanın sıfır noktası tanrının kâinatı yarattığı andı. Tanrı zamanın belli bir ânında yaratmamıştı kâinatı, zaman yaradılışla birlikte başlamıştı. Peki, Tanrı kâinatı yaratmadan önce ne yapıyordu?
“Aziz Augustine ‘Tanrı kâinatı yaratmadan önce ne yapıyordu’ sorusuna cevap vermiyordu. ‘Tanrı, bu tür sorular soracak olanlar için cehennemi hazırlıyordu’ diyemezdi herhalde...” Stephen Hawking Zamanın Kısa Tarihi’nde dalgasını böyle geçiyor.

Mustafa Topaloğlu söylüyor: Mach Keine Filozofi…

Cevabı hazırlamak Kant’a düşmüştü. Felsefenin köşe taşlarından biri sayılan Saf Aklın Eleştirisi’nde, kâinatın bir başlangıç noktası olup olmadığının “saf aklın çelişkileri”nden doğan “yanlış" bir soru olduğunu söylüyordu. “Çünkü” diyordu Kant, “eğer kâinatın bir başlangıcı yoksa, her hadiseden önce sonsuz süreli bir zamanın geçmesi gerekir ki, bu ‘absürd’ kategorisine girer. Eğer kâinatın bir başlangıcı varsa, o zaman da başlangıç noktasından önce, sonsuz süreli bir zaman var demektir ki, o zaman da ‘kâinat niye belli bir anda başlasın’ sorusu çıkar ortaya”...
Stephen Hawking’e göre, Kant aslında her iki durumda da aynı argümanı öne sürüyor. Çünkü her iki durum da aynı varsayıma, açıkça söylenmeyen, yazılmayan ama zımnen genel kabul gören bir varsayıma dayanıyor: Kâinat ebedi olsa da, olmasa da, zaman ebedi; sonsuza dek geçmişe uzanan bir zaman... Peki, bu ebedi zamanın hangi ânında kâinat yaratılıyor ve niçin başka bir anda değil de “o an”da? Ve yine Einstein’ın sorusuyla karşılaşıyoruz: Yoksa Tanrı, kâinatı “o an”da yaratmaya mecbur muydu?

Koro: Bang bang chitty chitty bang bang

Einstein'a bu soruyu sorduran, “Big Bang” / “Büyük İnfilak” teorisiydi. 20. yüzyıla kadarki teolojik, filozofik ve bilimsel tartışmaların hiçbirinde kâinatın genişlediği ya da daraldığı söz konusu edilmiyor, kâinatın hacmi sabit addediliyordu. Ancak 1929’da kâinatın genişlediğinin kanıtlanmasıyla birlikte, “hareket halindeki kâinatın nasıl yaratıldığı zihinleri kurcalamaya başladı ve ortaya “Big Bang” teorisi çıktı.
Evvel zaman içinde, kâinat minnacık ve acayip yoğun bir “şey”miş. Kalbur saman içinde “infilak” etmiş ve zaman içinde bugünkü kâinat haline gelmiş. “Big Bang” teorisi dinin yaradılış efsanesiyle pek öyle uzlaşmaz çelişkiler içinde değildi. Newton’un “ilk fiske”sinin yerini “büyük infilak” almıştı. Kâinat hareket halinde –genişlemekte olduğuna– ve kâinatın bir başlangıç noktası bulunduğuna göre, bir de “son”u olması kaçınılmazdı, eninde sonunda “patlayacaktı”. Kıyametin bilimsel adı “big crunch”dı.
Ortada, “bu ne yaman çelişki” dedirtecek bir durum yoktu. Zaten, bu nedenle, Papalık "big bang" teorisini benimsediğini dosta düşmana beyan etmiş, hatta 1981’de Vatikan’da dünyanın önde gelen bilimadamlarının katıldığı bir kozmoloji konferansı düzenlemişti. Ve Papa, konferansın kapanış törenini şereflendirdiğinde bilimadamlarına hitaben şöyle demişti: “Big bang’den başlayarak kâinatın evriminin incelenmesinin, araştırılmasının bir mahzuru yoktur…”
Ama, “hareket halindeki kâinat” kavramı, ister istemez, big bang ânını ve “big bang” öncesini de sorguluyordu.
Hareketsiz bir kâinatta, kâinatın başlangıç noktası, kâinat dışı bir güç tarafından belirlenebilirdi, fiziksel bir sebep, gereklilik yoktu. Ama, hareket halindeki –genişlemekte olan– bir kâinat kavramı, kâinatın başlangıç noktasının, tanrısal bir irade sonucu kadar, fiziksel bir mecburiyet sonucu olabileceğini de gündeme getiriyordu.

John Lennon söylüyor: Imagine…

Şimdi, bu noktada yine Stephen Hawking’e kulak vermek gerekir. “Tanrı’nın kâinatı geçmişte, kendi istediği bir anda yarattığına inanılabilir... Canı isteyen, Tanrı’nın kâinatı büyük infilak ânında, hatta daha sonraki bir zamanda, büyük infilak olmuş gibi yaparak yarattığını düşünebilir. Ama, kâinatın büyük infilaktan önce yaratıldığını söylemek anlamsız olacaktır. Genişleyen bir evren bir yaratıcıyı dışlamıyor, ama işini yapacağı zamana ilişkin sınırlamalar getiriyor...”
Einstein’ın sorusu tam da buydu zaten: Tanrı’nın kâinatı belirli bir zamanda başlatma mecburiyeti. Yaradılışın “big bang”den önce vuku bulması, Hawking’in vurguladığı gibi, mümkün değildi, “big bang”den sonrası ise gereksiz olurdu, çünkü kâinat zaten “olmuş”tu.
Geriye sadece “big bang” ânı kalıyordu. Yani Tanrı istese de istemese de kâinatı o anda yaratmaya mecburdu.
Peki o an, hangi andı? Yani zamanda hangi noktaydı? İnfilak zamanın dışında gerçekleşebilecek bir şey olmadığına göre, “big bang”in zamanın dışında bir nokta olması söz konusu değildi. Velhasıl, “big bang”den öncesi yoktu, çünkü “big bang”den önce zaman yoktu. Peki, yaradılıştan önce ve “big bang” ânında Tanrı ne yapıyordu? Aziz Augustine’in cevapsız bıraktığı tehlikeli soru yine karşımızda.
Tehlikeli bir soru, zira Tanrı’nın zamanın içinde olması gerekiyor ki, “big bang” ya da yaradılış vuku bulsun. “Big bang” zaman içinde gerçekleşen bir şey olduğundan, Tanrı’nın önce zamanı yaratmış olması ve o zaman içinde bir noktada “big bang”i gerçekleştirmesi, yani kâinatı yaratması gerekiyordu. Ancak, kutsal metinlere göre, Tanrı önce kâinatı, sonra zamanı, Aziz Augustine’in yorumuna göre de kâinatı ve zamanı eşzamanlı olarak yaratmıştı. Her halükârda, Tanrı zamanın içinde değil, dışındaydı.
Aziz Augustine, “yaradılıştan önceki zaman” tartışmasını, “kâinattan önce zaman yoktur” diye kestirip atmakta kendi açısından haklıydı. “Kâinattan önceki zaman”, Tanrı’yı ister istemez zamanla bir ilişkiye sokacaktı ve bu ilişki din hakkında pek hayırlı sonuçlar doğurmayacaktı. Ama, “big bang” teorisi bu kaçınılmaz ilişkiyi kurdu ve Aziz Augustine’in inşa ettiği dogmayı temelinden sarstı.

Madonna söylüyor: Papa Don’t Preach… 

Zaten tam da bu nedenle, 1981’de Vatikan’da toplanan konferansın açılış konuşmasında, Papa, “‘big bang’den başlayarak kâinatın evriminin incelenmesinde, araştırılmasında bir mahzur yok” dedikten sonra. Aziz Augustine’i aratmayacak biçimde bilimadamlarını uyarmıştı: “Ama, ‘big bang'in kendisini araştırmaya kalkılmamalı, çünkü o an yaradılış ânıdır ve Tanrı’nın işidir...”
Papa’nın o gün orada hitap ettiği bilimadamlarından biri olan Hawking, o anki düşüncelerini şöyle naklediyor. “Hangi konuda konferans vereceğimi bilmediğine memnun oldum. Konum uzay zamanının sonlu, ancak sınırsızlığı idi, bu da bir başlangıç ânı, bir yaradılışın olmaması demektir. Galile’yle aynı kaderi paylaşmak istemem, çünkü ona büyük bir yakınlık duyuyorum, bu belki biraz da onun ölümünden tam 300 yıl sonra doğmuş olmamdan!..”
“Big bang” teorisinin zaman boyutu, tektanrılı dinlerin yaradılış efsanesini fena halde köşeye sıkıştırmıştı: Ya kâinattan önce zaman vardı ve Tanrı zaman içinde istediği, dilediği bir anda kâinatı –icabında “big bang” süsü vererek– yaratmıştı... Ya da kâinattan önce zaman yoktu ve kâinatı fiziksel bir mecburiyet sonucunda “big bang” yoluyla yaratmıştı.
İkinci şık, Tanrı’yı “‘big bang’ yapmaya”, birinci şık ise kâinattan önce “zamanı yaratmaya” mecbur ediyordu. Zaten tam da bu nedenle, yaklaşık beş asır arayla Aziz Augustine ve Papa John Paul, “Tanrı kâinatı yaratmadan önce ne yapıyordu?” sorusunu gürültüye getirmeye gayret ediyordu.Çünkü, Tanrı ya zamanı yaratmakla meşguldü ya da “bing bang” ânının gelmesini bekliyordu. Her ikisi de bir mecburiyetti; eninde sonunda “Tanrı’yı bütün bunlara mecbur eden ne?” sorusuna bir cevap bulmak gerekiyordu. Ve kimse, Hopilerin cevabından başkasını kolay kolay veremeyecekti: güçlü bir şey...

Erkin Koray söylüyor: Öyle bir geçer zaman ki, dediğim aynıyla vaki…

Buraya kadarki satırlar 1997 Ekim’inde, Roll’un 12. sayısının “Fotosentez” sayfasına yazılanlar. 2000’lerin ortalarında yazılsaydı, girişteki Ben Johnson örneğinin yerinde tabii ki Usain Bolt olacaktı. Ama geri kalanı aynıyla vaki.
O yazının bundan sonraki kısmı Roll’un birinci yıldönümü üzerine, zaman temalı varyasyonlardı. Şimdi, bundan sonraki satırlar ise Hawking’e saygı duruşu.
Dediklerimiz aynıyla vaki ama, öyle bir geçti ki zaman… Dünya da, ülke de çok başka bir yer artık. Ve Hawking'in dedikleri, bugünün “hakikat sonrası - alternatif gerçek” ikliminde, daha da bir “damardan”. Zamanın Kısa Tarihi o zamanlarda siyasal uzantıları, tonları olan bir kitaptı, bu zamanlarda ise basbayağı siyasal bir kitap. Hawking’in kendisi de siyasal bir figür artık.
Vefatının hemen ertesinde, sosyal medyada dolaşıma giren ve paylaşım rekorları kıran fotoğraftaki savaş karşıtı gösteride, Tarık Ali ve Vanessa Redgrave’le birlikte yürüyen gözlüklü, koltuk değnekli gencin Stephen Hawking olduğu yolundaki rivayet derhal kabul gördü. Niye görmesin? 1969’daki Vietnam savaşı karşıtı bir gösteride, Hawking’in de olmasında yadırganacak bir şey yoktu.  
Derken, Tarık Ali’nin açıklaması geldi: “(Sosyal medyada) o çok paylaşılan fotoğraftaki kişi Hawking değil. Evet, Hawking Vietnam savaşına karşıydı. Irak savaşına da karşıydı. Ama fotoğraftaki kişi o değil, keşke öyle olsaydı.”
Hawking Filistin’in işgaline de karşıydı, İsrail’i boykot kampanyasını destekliyordu, BDS’nin (Boycott, Divestment and Sanctions) safındaydı. 2013’te İsrail hükümetinin yaptığı konferans davetini reddetmişti.
Dünyanın dört bir yanında Hawking’i saygıyla ananlar da vardı, dini ideolojileri çürüten çalışmalarından ötürü zındık ilan edenler, lanet okuyanlar da. Dünyanın başka yerlerindeki cihadistler gibi, Türkiye’nin siyasal İslâmcıları için de, Hawking “küfür” demekti. Başta evanjelistler olmak üzere, kökten Hıristiyanların gözünde de “engizisyonluk”tu.
Üç asır öncesinde Galile, dokuz asır öncesinde İbn-i Rüşd veya altı asır öncesinde Simavna Kadısı Bedreddin köktendinciler için neyse, Hawking de oydu. Bedreddin’i anmışken… Zamanın Kısa Tarihi’nin Türkçeye kazandırıldığı günlerde, tesadüfen –tevafuk mu demeli– Varidat da elimizin altındaydı. Aynıyla vaki: Kâinat sezgisi ve kâinat bilimi karşılaştırması bakımından,Varidat’la Zamanın Kısa Tarihi arasındaki kimi paralellikler parmak ısırtıcı.         

Bob Dylan söylüyor: Time Out of Mind…

Stephen Hawking 14 Mart 2018’de ebediyete intikal etti. Galile’nin ölümünün 300. yıldönümünde, 8 Ocak 1942’de doğmuştu, Einstein’in doğumunun 139. yıldönümünde vefat etti. Yıldızların bir bildiği var belki de. Ölüm tarihinin “Dünya Pi Sayısı Günü”ne denk gelmesi de ayrıca “amma hikâye”.    
New Yorker dergisinin Hawking’in doğum-ölüm tarihlerinin Einstein ve Galile’ninkilerle çakışmasına ilişkin nükteli tweet’inin[i] altına ciddiyetle yazılanlar, “zamanın ruhu”na ayna tutuyor. “Ölüm gününü planlamış olamaz mı”dan “mutlaka planlamıştır”a uzanan yelpazede, Einstein’ın 139. doğumgünü kadar değilse de, “Dünya Pi Sayısı Günü”nün vurgulanmış olması dikkat çekici.
Bu bahiste, ThisIsNotMyBeatiful adlı İngilizce hesabın şu tweet’ini selamlamamak olmaz: “Şu matematiğe bakın: Galile ile Hawking arasında 300 yıl, Einstein’la Hawking arasında 139 yıl var. 300+139=439. Bunu pi sayısına, 3.14’e bölün. 439÷3.14=139 (yuvarlama yok)! Tam tamına Einstein’la Hawking arasındaki yıl sayısı. #MatematikEğlencelidir”
Peki, 14 Mart’ta vefat eden Hawking’e adanan işbu yazının kendiliğinden 14 şarkı etrafında dönmesine ve dahi 1 ile 4’ün pi sayısının sonsuz küsuratının başlangıcı olmasına ne demeli?  

Taner Öngür söylüyor: Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında…

Stephen Hawking şimdi Tanpınar’ın ünlü dizelerinde. Zamanımızın içinde değil artık, ama dışında da değil büsbütün. Sadece içinde olduğumuz zamanın değil, bundan sonraki zamanların da hem dışında hem içinde bundan böyle. Onsuz, ona referans verilmeyen, onun anılmadığı zaman olmayacak artık. Galile gibi, Einstein gibi ve daha birçokları gibi.
Alevi-Bektaşi inancında gidenin arkasından devri daim olsun denir, biz de öyle diyelim. Düz anlamıyla da söyleyelim: Hawking her devirde daim olacak. Bilim ve sanat öyle bir hakikat kapısı çünkü.

Hayko Cepkin söylüyor: Anlıyorsun değil mi, zaman akmıyor sanki…

İslâm ilahiyatında olduğu gibi, Hıristiyan ilahiyatında da “faiz haram”. Haram, çünkü faizin esası, künhü zaman. Tefecilik / bankacılık kurumu zamanı alıp satıyor. Boşuna dememişler: Vakit nakittir. Oysa zamanın tek bir sahibi var: Tanrı. Tefeciler, bankalar sahibi olmadıkları, tanrının mülkü olan zamanı alıp satıyor. Günahın tillahı.
Zamanında büyük gürültü koparan Hıristiyanlığın Özü’nde, dini ideolojiyi ters yüz etmesiyle ünlü Alman filozof Ludwig Feuerbach, “zamanın sahibi tanrı değil, insandır” diye bir cümle kurabilirdi pekâlâ. Öyle demiş olsaydı, Feuerbach Üzerine Tezler’de, Marx birkaç cümle de onun üzerine ederdi. “Hangi insan?” diye sorar, “işçinin zamanıyla sermayedarın zamanı aynı değildir”diye devam eder ve şöyle bağlardı herhalde: Kapitalizmde, zamanın sahibi sermaye sahipleridir, kapitalist sınıftır, yani burjuvazidir.”
Haksız mı? Örnek çok, ama 22 Şubat 2018 tarihinde, su şirketi (bu “su şirketi” ifadesine Marx kim bilir ne derdi?) Sırma’nın çalışanlarına yolladığı, basına yansıyan e-posta en taze belge:
“Değerli Sırma grup çalışanları,
Çalışanlarımızın bütün sözlü uyarılara rağmen mola uygulamasını suistimal etmeleri sebebiyle, 15’er dakikalık ara dinlenme saatleri iptal edilmiştir. Ayrıca çalışma saatleri içerisinde sigara kullanımı için sigara içme alanına ya da kafeteryaya inilmesine de izin verilmeyecektir. Bilgilerinize rica ederiz. Saygılarımızla.
İnsan Kaynakları Müdürlüğü”
Marx bu “İnsan Kaynakları” ifadesine kim bilir ne derdi, demeyelim, soralım: Hangi çalışana sorarsak soralım, işyerinde, iş saatlerinde zaman nasıl geçiyor diye, “zaman akmıyor sanki” demeyecek çıkar mı? Peki, molalarda, özellikle de uzun molalarda ya da yıllık izinde? “Göz açıp kapayana kadar” elbette.
Feuerbach yukarıda andığımız türden bir cümle kursaydı, Marx Kapital’de söylediğini Feuerbach Üzerine Tezler'de de söylerdi herhalde: “Özgürlük zamandır.”
Peki, Hawking kapitalizm hakkında ne düşünüyordu? Robotlar emek-zaman sömürüsüne çare olabilir miydi? Bizim yerimize robotlar çalışsa özgürleşir miydik?
6 Ekim 2015’te, Reddit bilim dergisinin bu minvaldeki sorusuna cevabı:
“Eğer makineler ihtiyacımız olan her şeyi üretirse, sonuç bu üretilen şeylerin nasıl paylaşıldığına bağlı olur. Makine-üretimi zenginlik paylaşılırsa, herkes lüks bir hayatın tadını çıkarabilir veya makine sahipleri bu zenginliğin paylaşımına karşı başarılı bir kampanya yaparsa, çoğunluk sefalete gömülür. Şimdiye dek, trend ikinci ihtimal yönünde. Teknoloji eşitsizliği sürekli derinleştiriyor.”
1 Aralık 2016 tarihli Guardian’daki yazısında da şunları söylüyor:
“Otomasyon imalat sanayiindeki istihdamı kıyıma uğrattı. Yapay zekânın yükselişi de bu kıyımının orta sınıflara doğru derinlemesine yayılmasına yol açacak görünüyor. Bu da dünyanın dört bir yanında yaygınlaşan eşitsizliğin artışını hızlandıracak. İnternet ve dijital platformlar, çok küçük bir azınlığın, çok az istihdamla devasa kârlar elde etmesini mümkün kılıyor.
Mali eşitsizliklerin daralmadığı, aksine genişlediği bir dünyada yaşıyoruz. Birçok insan sadece yaşam standartlarının çökmesini değil, geçimlerini kazanma şartlarının ortadan kalkmakta olduğunu görüyor. Yeni bir toplumsal sözleşme arayışında olmaları şaşırtıcı değil. Trump ve Brexit bu arayışın görünürdeki temsilcileri.
İnsan türü, tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar işbirliğine ihtiyaç duyuyor. Dehşet verici çevresel tehditlerle karşı karşıyayız: İklim değişimi, gıda üretimi, aşırı nüfus, diğer türlerin yok oluşu, salgın hastalıklar, okyanusların asitlenmesi.
Bütün bunlar insanlığın gelişimindeki en tehlikeli anda olduğumuzun göstergeleri. Üzerinde yaşadığımız gezegeni imha edebilecek teknolojiye sahibiz, ama ondan kaçmamızı sağlayacak bir hünerimiz yok.”

Manic Street Preachers söylüyor: Me and Stephen Hawking…

İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in taziye mesajı: “Stephen Hawking’in kâinatın sırlarını açıklığa kavuşturma kararlılığı bütün dünyayı esinlendirdi. O aynı zamanda, hayatın zorlu sıkıntılarının üstesinden gelme konusunda nefes kesici bir cesaret örneği ve Ulusal Sağlık Hizmeti’nin tutkulu bir savunucusuydu. Çok özleyeceğiz.”
Corbyn’in sözünü ettiği Ulusal Sağlık Hizmeti (NHS), sosyal devlet anlayışının son kalelerinden biri. Ve dünyanın her yerinde olduğu gibi, kamusal sağlık hizmeti Britanya’da da neoliberalizmin hedef tahtasında.
Sağlığın temel bir hak, devlet açısından ise asli bir yükümlülük olmaktan çıkarılması, alınıp satılan bir meta, muazzam kârlı bir yatırım alanı, sınai-ticari sektör haline getirilmesi, 1970’lerin sonundan bugünlere, adım adım ilerleyen bir süreç. Bugün gelinen nokta ve Stephen Hawking’in sözünü ettiği insanların “mukadderatı” Ken Loach’un Ben, Daniel Blake filminde en yalın haliyle karşımızda duruyor. Slogan gibi olmasın, ama olsun: Hepimiz Daniel Blake’iz.
Stephen Hawking şanslı bir Daniel Blake’ti. Şansı Blake’ten önce dünya gelmesiydi. 22 yaşındayken umarsız motor-nöron hastalığına yakalandığı teşhis edildiğinde, sene 1964’tü. Sosyal devlet ayaktaydı, en kapsayıcı dönemini yaşıyordu. Öyle olmasaydı, Hawking diye biri olamazdı. Ne öyle bir insan, ne de öyle bir bilim insanı.
Bugün olsa, Cambridge Üniversitesi’nde olamazdı. Ailesinin bütçesi onu, değil Cambridge’e, üniversiteye göndermeye yetmezdi. Diyelim yetti, o sağlık durumuyla çalışmalarını sürdürmesi mümkün olmazdı. Bütün bunlar bir yana, hayatta kalamazdı, çünkü tedavi masraflarını karşılayamazdı. 1970’leri göremezdi. İnsanlık da öyle bir fizikçiyi göremez, o bilimsel çalışmaların ufkuna vakıf olamazdı.
Hawking o feci hastalığa rağmen 76 yaşına kadar yaşadı. Ömrünü Corbyn’in sözünü ettiği kamusal sağlık kurumuna borçluydu. Sağlık hizmetlerinin özelleştirildiği, sağlığın metalaştırıldığı, bir kâr alanına dönüştürüldüğü, Daniel Blake’lerin ölüme mahkûm edildiği neoliberalizm dönemine 22 yaşında denk gelseydi, ömrü kırk-elli yıl kısalacaktı.[ii]
İnsan ömründen bahsediyoruz. Ha onca yıl, ha 24 saat, 24 gün, 24 ay… İnsan ömrünü çalan bir “sağlık hizmeti”nden bahsediyoruz. Bunu “doğa yasası” olarak insanlığın önüne koyan küresel sermayeden, küresel neoliberalizmden bahsediyoruz.
Neoliberalizmin Britanya’daki bayraktarı Muhafazakâr Parti, sağlık sisteminin can çekişen kamusallığına ölümcül darbeyi indirmeye hazırlanıyor. ABD’de de Trump, İskandinav ülkelerindeki kamusal sağlık sisteminin soluk bir kopyası olmasına rağmen kendisini iktidara taşıyan güçlerin “komünistlik” dediği “Obamacare”i lağvetmekle meşgul.
“Ulusal Sağlık Hizmeti olmasaydı hayatta kalamazdım” diyordu Hawking. “Benim durumumda sağlık hizmeti, özel hayat ve bilimsel hayat iç içedir.” Ve sadece sağlık alanında değil, her alanda neoliberalizme cephe aldı. Ve hep neoliberal politikaların kutsal üçlüsünü hedefe koydu: Deregülasyon, kamu bütçesinin tırpanlanması, özelleştirme.
Bunları söylemekle kalmadı, açık tavır aldı, kampanyalara angaje oldu.
Stephen Hawking’in arkasında bıraktığı miras, insanlığın kâinata bakışını değiştirecek çalışmalardan, eserlerden ibaret değil. Bilimsel çalışmalarıyla kazandığı namını, konumunu eşitsizlikleri, adaletsizlikleri derinleştiren, kökleştiren, insanlığı ve gezegeni tarihte misli görülmemiş çapta tehdit eden neoliberalizme karşı seferber etmesi de var. Bu politik miras, bilimsel mirasının gölgesinde kalmayacak kadar önemli.
Anısı önünde bütün düğmelerimizi ilikliyoruz –Manic Street Preachers’ı dinleyerek:
“Boğa Herman ve koyun Tracey / Gen aktarımlı sütte insan proteini / Bebek mamasından daha ucuzdur bakterisi / Dikkat edin bugün / Bugün inek, yarın siz / (…) / Zevkten dört köşeyiz / Ben ve Stephen Hawking, gülüyoruz kah kah / Beden dersinden sınıfta kaldık / Cinsel devrimi kaçırdık / (…) / Dikkat edin / Bugün inek yarın siz…”

[i] The New Yorker’ın 14 Mart tweet’i: “Stephen Hawking Galile’nin 300. ölüm yıldönümünde doğduğunu hatırlatmaya bayılırdı. Albert Einstein’ın 149. doğum yıldönümünde öleceğini bilseydi kim bilir nasıl bir tepki gösterirdi.”
[ii] Bugün, 22 yaşındaki bir üniversite öğrencisi, Hawking’inki gibi bir hastalığa ya da daha hafifine yakalansa, onu nasıl bir gelecek bekliyor olurdu? Bu soruya güzel bir cevap için: https://www.theguardian.com/commentisfree/2018/mar/14/a-young-stephen-hawking-would-never-survive-in-todays-age-of-austerity?CMP=twt_gu
kaynak:birartıbir.org

7 Mart 2018 Çarşamba

Ahmet Erhan Şiirleri

ahmet erhan şiiri ile ilgili görsel sonucu
AĞIT
Çiçekçi bana bir gül ver
sevgilime değil bir ölü için
Çiçekçi bana bir gül ver
İçine gözyaşlarımı sığdırabileyim.
Yakasına böyle bir gül takmıştı
O gün bir görseydin sen onu
Çiçekçi bana bir gül ver
Sanki o güldendi bütün mutluluğu
Sen de: - Bir arkadaşın öldü
Ben diyeyim: - Kardeşim!
Çiçekçi bana bir gül ver
Götürüp tabutuna iliştireyim.
Kaldırımlarda kömür tozları
Bacalarda koyu bir duman var
Kara bir gökyüzü tek özelliği bu kentin
Çiçekçi bana bir gül ver
Kapalı perdeleri açabilse gülüm
Kapalı kapıları kırabilse
Kapalı yüreklere girebilse...
Çiçekçi bana bir gül ver
- Beyim, gül olmaz ki bu mevsimde!
UMUT
Usul usul geceleyin
Sirenler duyarsan derin
Kapını gökyüzüne dayayıp da bekle
Yolunu şaşırmış bir yıldız düşer belki üstüne
Başını yastığa göm
Yüreğini ayışığına ayarla
Yorganına sıkıca sarın
Derin bir nefes al
Ve sakın ağlama...
AHMET ERHAN KİTAP RAFLARI
Sunu
Bedenini bir dünya haritası gibi dizlerime
Serip de, yollar aradım yürümek için
İçime çekmek için hava, koklamak için çiçek
Ve bir kadın, yaşamı benimle bölüşecek
Sevdiğim şeyleri sevecek, bir incir ağacından
Damlayan süt dolarken memelerine
Çocuklar doğuracak, kara gözleri
Dünyaya bıkıp usanmadan sorular soran
Kendiyle yüzleşmekten çekinmeyen, doğayla
Ve insanla sonuna dek barışkın...
Yüzünü ak bir kitap gibi ellerimde
Açıp da, umutlar aradım yaşama ilişkin
Uçurumların yamacında kök salacak ağaçlar
Boğulanlara uzanacak bir kol belki
Bunun için sevgilim, seninle başlattım bu şiiri.
Şiir, 1
Sen bir deniz kızısın, saçları
Düşlerimin erimince uzayan
Yağmurda kıpırtılı, güneşte gümüşsün
Bir yakamoz ağı, geceyle atılan
Sen bir deniz kızısın, doğanın
Yüzgörümlüğü olsun diye bana sunduğu
Allayıp pulladığı ayışığının
Yelin, terkisine atıp kapıma koyduğu
Sen bir deniz kızısın, yaşamla ölümü
İki kaşının arasında öpüşür buldum
Yaşamı seçtiysem sensin nedeni
Ölümdeki sonsuzluğa seninle erdim...
Şiir, II
Sen yollara yürürsen, çiçekler de yürür
Şaşarım gülüşünün ardından güneş doğmazsa
Bir çocuk, kapıları kırıp kırlara koşmazsa
O ufuk çizgisinin düşüncesiyle özgür
Bedeni ışık olup da yüzüme akan düş
Eğninde samanyolu, ülker, çobanyıldızı
O uzak kıyıların, mersinlerin kızı
Deyin ki, şairin yüreğinde açan bir gülmüş...
Şiir, III
Günlerce gözlerinin aylasında
Dağılıp, devindi bütün biçimler
Kimi bir çocuk sevinci buldum orada
Kimi de uçsuz bucaksız keder
Günlerce gözlerinin aylasında
Dönüp durdum bir gece kelebeği gibi
Kanına sinmek için, o ipek soluğuna
Işığına gömüldüm de yaktım kendimi...
Şiir, IV
Seviyorum, ırmaklar gibi boşanıyor
Bu sözcükler yüreğimden
Deniz oluyor da sonra, köpürüp inleyen
Bütün kıyılarımda saçların uzanıyor
Seviyorum, hiç solmayan bir çiçeğe
Dal olmanın sevincini duyar gibi
Uçsuz bucaksız gökyüzü belki
Senin kanatlandığın bir mavilikte
Seviyorum, bu sevdanın seninle
Bitmeyeceğine inanacak kadar
Yüreğimi dolamadım ki ben telörgülerle
Sen gidersen, sana benzeyenler var...
Şiir, V
Ellerini tutarken kanın sızıyor damarlarıma
Gözlerinle gözlerim arasında incecik bir köprü
Kuruluyor ve üstünde iki yürek düşe kalka
Yürüyor, kirpiklerinin kıvrımlarına düğümlü
Usuldan bir yağmur başlıyor sonra
Bir damla düşüyor aramıza ve giderek bir ırmak
Oluyor da, biz iki ayrı kıyıda
Bakışıp duruyoruz el sallayarak...
Şiir, VI
Bedeninin her noktasından söz alıyorum
Öpmek için, uğurlarken seni ayrılığa
Boğazımdaki taş güle dönüşüyor
Öyle görünüyor, dudaklarımın ucunda
Beni böyle anımsa, böyle düşün istiyorum
Gülümseyen bir adam, ağlar gibi, sarsak
Anla ki, yitik bir ülkeyi korumaya benzer
Bir şairin sevgilisi olmak...
Şiir,VII
Okyanusun taşması bile bir damlanın günahıdır
Ki sen bir ırmaktın yaşamımda
Bütün çelişkilerin barıştığı bir alan
Aykırı bir düş, bütün karabasanlara
Bir çiçeği sıkıştırıp dudağımın ucuna
Tek bir söz söylemeden insanlara seni soruyorum şimdi:
O ki, yürek gönderlerine her sabah çektiğim bayraktır
Ölümden sonra inandığım tek dünya... görmediniz mi?
Şiir, VIII
Seni gülüşü gül olup da açan kız
Uzandığım her kapıda yüzümü saran esinti
Seni, yürüyüşü yağmur, kokusu nergis
Seni, turuncu düş, seni deniz mavisi...
Eksik kalmış tek sözcüğü uzun bir şiirin
Bir dalın açmamış o son tomurcuğu
Yüreğime selamsız sabahsız girdiğin
Belli, geçerek o dikensiz yolu
Seni, yaz günleri topraktan tüten buğu
O bir anlık, bir solukluk yağmurlardan sonra
Seni, sevincin yangını, acının külü
Gittin artık, bu şiirler kaldı bana
Gittin artık, ardında mavi bir tütsü
Saçarak, geniş ufuklarından sonsuzluğun
Ey kara sevdalarımın göçmen kuşu
Diyemem istesem de, seni unuttum...
Şiir, IX
Gene şiirlere dönmeliyim, dargın ve uzak
Bir gülüşü parçalayarak içimde
Yaşamım hep böyle sürüp gidecek
Karşılıksız soruların bildik seyrinde
Gene şiirlere dönmeliyim, yenilmiş
Binlerce kez taşlanmış bir adam olarak
Şiirde kazanan aşkta yitirirmiş
Zar tutanlar gülebilirmiş ancak
Gene şiirlere dönmeliyim, öyle kırgın
Öyle yalnızım ki, sığmıyorum sözcüklere
Gene şiirlere, şiirlere sevgilim
Burgaçlar yaratarak yorgun beynimde...
Şiir, X
Yazıya dökülmemiş masallar, saza vurulmamış türküler gibisin içimde
Unutulmaya yakın, bir köşede saklanan
Uyanılmış düşler gibisin gecenin bir yerinde
Sabah olunca kopuk kopuk anımsanan
Yüreğime oyalar işledi sevdan, turuncu, mavi
İpekten portakallar, deniz köpükleri, ama
Bütün turuncular donuk kırmızıya
Ve bütün maviler mora dönüşüyor şimdi..
Şiir, XI
Yardım et bana, çıkayım bu uçurumdan
Biraz da senin ellerinle kurtulur dünya
Sen beni seversen çocuklar büyür
Karşılık bularak bütün sorularına
Yardım et bana, çok acı çekiyorum
Bu şiir her sözcüğüyle bir yara bende
Nasıl ki, yayından fırlayan ok
Yatağına gerisin geri dönerse
Sensin, sevgilimsin, beni bilirsin
Usandım artık dünyayı sorgulamaktan
Yardım et bana, kendimle barışayım
Kanıtlar devşirerek taştan, topraktan..
Şiir, XII
Şair, sevmedi seni o esmer çiçek
Bu sevdada konuşacak şimdi ne kaldı?
O Havva ki, Adem’i kaburga kemiğinden
Bir kez olsun yaratmadı
Şair, sevmedi seni o esmer çiçek
Bedeni bir taş gibi gömülse de sularına
Boğuldu bütün denizlerinde, bunaldı
Ve birdenbire çekip gitti sonra
Şair, sevmedi seni o esmer çiçek
O aykırı düşlerin senin, soruların gelini
Yitirdi rengini, yadsıdı anlamını artık
Hep kendine bakan bir ayna gibi..
Şiir, XIII
Burada bitiyor bir sevda, yenisi nerde?
başlar; ya da başlar mı bilmem?
Kendi derinliğiyle dolan bir kuyu mu
Yüreğim; kendi boşluğuyla yetinen?
Burada bitiyor bir sevda, ele avuca
Sığmayan kederle, kimi gülüşler ve bir
O kadar da unutulmaya yatkın anılar
Bırakarak geride; belki de birkaç şiir..
Sürüp gidecek yaşamım, kimi yerlerde
Sanki yeniden okur gibi bir romanı
Ve gülümser gibi yine aynı şeylere
Sıkıntılı, dalgın; çoğunlukla acılı.
Burada bitiyor bir sevda, kaldım işte
Yine dağlar, uçurumlar arasında bir başıma.
Burada bitiyor bir sevda, önsöz gibiydi
Bir çağrıydı, daha nice yeni sevdaya...
Şiir, XIV
Onun dolaştığı yollara yağmur yağmasın
Yıllar sonra bulayım ayak izlerini
Onun saçlarını yel savurmasın
Dursun kıvrımları öyle, öptüğüm gibi
Nasıl unuturum ki gülüşü gül olanı
Sevgilimdi, ya da ben öyle sanırdım
O gitti, elimde bir çiçek dağınıklığı
Bütün yolların ucunda kalakaldım.
Deniz, ona çok sevdiğimi söyle
Bir gün gelir de kıyına böyle durursa
Sularını kollarım bil, o ak köpüklerinle
Onu bir de benim için okşa...
Sonu
Ben dünyanın yitiği, yaşamın üveyoğluyum
Acıyım, acıdan da öte bir şeyim belki
Bir kız sevdim gülüşü düşlere akan
Benim dışımdaki her yerden gelirdi sesi
Burgaçlandı birdenbire gözleri- boğuldum..
1980-82
Kiraz Mevsimi
Kiraz mevsiminde rakı içmedim
Yatmadım olmadık kuytuluklarda
Serumlarla doldur boşalt yaparken bedenim
Bekledim sessizce gönlümün ücralarında
Dünyaya yine de bir ağırlıkmış hacmim
İzmit'te bir sevgili, ölüm oruçlarında iki çocuk yitirdim
Ne ilgisi var, Türkiye buralar
Alnımı toprağa yapıştırıp yürüdüm
Şairler, hükmüm bir kör tırnak kadar
Kalksam attığım her adım kan kuyusu
Otursam sağım solum uçurum
Kimyama derbeder hayatlar karışıyor
Ölsem sanki buğum camlarda yaşıyor
Kiraz mevsiminde rakı içmedim
Demek ki İstanbul bana böyle yakışıyor....
Çözemediğim
Çözemediğim bir şeyler var hayatımda
Sualtı gibi derinlerde sessizce bekleyen
Dirensem, daha ne kadar direnebilirim artık
Nereye kadar gidebilirim, gitsem?
Aradığım nedir, o kentten bu kente?
Adressiz yaşamak da sıkar insanı gün gelir
Gider heyecanlar, istekler, gülümseyişler
Yüreğimdeki denizin suları birden çekilir.
Özleyip de vardığım her yerden, hemen kaçsam diyorum
Ne aradığımı biliyorum, ne bulduğumu
Bilmem neresinde yanıldım ben bu hayatın?
Yüreğimi kabartan o sevinç, şimdi sonsuz bir acı oldu.
Taşlar yığılmış önüne en güzel, en anlamlı duyguların
Uçsuz bucaksız bir tüneldeyim ve her yanım karanlık
Koluma giriyor bazı adamlar, bir şeyler söylüyorlar
Kalıplaşmış, sıkıntı verici, güdük.
Oysa acı diye bir şey var bu dünyada
Ölüm var -ki yüreğimde bu boşluğu yaratan birazda odur.
Yanıbaşımda ölüp gitti dostlarım, ben bakakaldım
Gözyaşlarının da bir yerlere gömüldüğü görülmüş müdür?
Çözemediğim bir şeyler var hayatımda
Sanki ilk benim duyduğum garip, anlatılmaz duygular
Sürse daha ne kadar sürer bu, bilmiyorum
Ölümü ve hayatı yanyana düşünmesini ne zaman öğrenir çocuklar?
Türkü
Uyandım, dağlarda duman
Ovada sabahın tütsüsü
Deniz ürperiyor uzaktan
Koynunda güneşin gülü
Kanat kanat dağılsam
Unutamam kendi göğümü
Gelirsin bana sulardan
Yüzünde yosunların tülü
Yaşamak, seni seviyorum
Demenin başka türlüsü..
ahmet erhan şiiri ile ilgili görsel sonucu
Öylesine Bir Aşk Şiiri
Gözlerin ipek yoludur ömrümün
Akasya yüklü kervanlar geçer
Çan sesleri arasında bir fener
Yanar söner yanar söner yanar söner
Gözlerin ipekyoludur ömrümün
Kentin en kalabalık yerlerinde
Dört nala koşan bir at gibi
Çılgınlığa akan yalnızlığa ölüme
Yazılmış şiirleri yeniden yazmak bütün
Hayatı teyellemek yepyeni bir güne
Ve sonra sökmek uzun uzun
Gözlerin ipekyoludur ömrümün
Yalnızlıktan gelir yalnızlıklara gider
Düşülür her şeyin altına bir tarih
Soluksuzum günlerdir geceler uzar
Yaşamak dünyayı ödüllendirmektir artık
Kendimi öldürdüğüm yerlerde beni kan tutar
Başıma gelecekleri bile bile yürürüm
Hilton Oteli'nde hu çekerim huu...
İşte hırkam ben de bir dervişim
Asamı vestiyerde bırakmak zorunda kalırım
Nescafeyi konyakla kardığım günler gecelerdir
Bakarım gözlerine eğnim silkelenir
Döktüğüm acılar yıllar kederlerdir
Alnıma bir avuç tuz atılır düşünemem
Konuşamam ağlayamam bağıramam
Neden gece her gecenin ardından gelir
Gözlerin ipekyoludur ömrümün
Gözlerin tarihçesi yaşayıp öldüğümünI
Ihlamur ağaçları altında bir Saraybosna hatırası
Rüya bu oturur konuşurmuşuz
Sen ben ve Deniz bir de rüzgarın örttüğü gençliğimiz
Sen ben ve Deniz. Sen ben ve Deniz...
1990
ahmet erhan şiiri ile ilgili görsel sonucu
Büyük İlân
Sahibinden satılık
Hasarlı
Bir Hayat
1958 model
Kaçıncı el olduğu bilinmiyor
Bana geldiğinde bundan beterdi
Yedirdim içirdim giydirdim
Alkolle çalışır- ÖTV hariç
Sırtında şişe taşımaktan beli büküldü
Ha, bir de egzoz niyetine cigara içer
Kanserli
Bir de ülser
Tekerleri laçka, benden söylemesi
Memleketin bütün yollarında
Bunun yazısı var
Sahibinden satılık
Markası silik, okunmuyor
Antika niyetine
Ama niye
İçi temiz olmasa dağlarda bırakırdım
Bir kötülüğünü görmedim, yalan olur
Ama bir hayrını da
İçi temiz dedim ya, has deri kaplama
Amerikalı değil, sanki dünya kırması
Uçurumdan atarım, üstüme kayıtlı
Devlet malına zarar vermekten filan
Korktum açıkçası
Üçe beşe bakmam
Hasarlı bir Hayat- 1958 model
Sahibinden satılık
Alacaksan
Al, artık...
Bir Resim Olarak
Önceden bir tutam hüzündüm- işte nasıl bilirsen
Ayaklarımı savurur da sonra toplardım sokaklardan evlere
Akşam olurdu; eşiklerde durur boyası dökük kapıları aralardım
Aklımda binlerce kitap adı ve binlerce şiirle.
Eski püskü bir resim olarak kimliğimde taşıyorum
Şimdi çocukluğumu
Ceplerimde papatyaları unutmaktan sanık ellerim
Bir ırmağın kaynağında dinelip, denize kavuşmayı
Düşlüyorum gün boyu
Kulaklarımda uğultusu motor seslerinin.
Göğün saçlarımla dalaştığını bilmesem, buna bir ad verirdim
Sofrada beni bekleyenlere ağaçları gösterirdim ya da
Çiçekli masa örtüsüne aldanarak dönüverirdim
O kırlara
Vitrinlere cepleriyle bakan insanları görmesem, buna
Bir ad verirdim
Aklım her gün sorularla uğunmasa
Belki de dünyayı bir anahtar deliğinden gözlemekle
Yetinecektim
Önceden bir tutam hüzündüm- işte nasıl bilirsen
Ayaklarımı savurur da sonra toplardım sokaklardan evlere
Akşam olurdu; eşiklerde durur boyası dökük kapıları aralardım
Aklımda binlerce kitap adı ve binlerce şiirle...
1976
Sanrı
Ben kendimi dağ sanırdım Hacer
Enginimde Konya ovası, Çukurova, Harran
Eskiden benim de bir yurdum vardı
Yağmura direnen limon çiçeklerine benzer
Ben kendimi sarhoşken tanırdım
İnce belli bardaklarda anason kokusu
Kuşların bile kıskandığı piknikler
Karıncaezmez gençliğim yaşlılığı abarttı
Kalp kırıklığı, güz esintisi, kanser
Gün gün damlayan zaman- o da su
Ama şöyle bir gürül gürül akmadı
Ben kendimi ırmak sanırdım Hacer
Eli öpülesi nineler tabutları öpüyor
Toprak delik deşik çocuk ölülerinden
Ay’a ve yıldızlara bakmaya duyduğum utanç
Kanın buğusunu iyi bilirsin sen
Gözyaşlarının buz kestiği o son noktayı
Hayatın kavşağında bizi hep mi acı bekliyor
Şair Olmak Zarar Ömüre
Şiirler yazdım, türküler söyledim
En çok birilerini sevdim en çok
Aynalara sürdüm yüzümü olur olmaz yerde
Dişimi çiçeklerle biledim
Yorgunum diyorsam da inanma, değilim
Yaşarım daha yıllar yıllar
Ellerim hep böyle yaramın üstünde
Acının tarihini düşerim
Işık karanlıktır nice
Ayırabilirsen ayır elin erdiğince
Ben bildiğimi söylerim
Şair olmak zarar ömüre...
Bir Gün Bütün Aynaları
Yüzü gitgide suya dönüşen kadınım
Bir iğne, bir iplik kaldık şu dünyada
Ancak birbirleriyle bütünlenebilen..
Düşün ki, senin bütün adlarını söylesem
Doğa ayaklanır, koşarak gelir yanıma
Yüzü gitgide suya dönüşen kadınım
Benzedik birbirine bakan iki aynaya
Yaşamak güzel, yaşamak güzel, yaşamak
Artıları, eksileri yitirsek de boyuna
Kör bir noktada durup ardımıza baksak
Sularda pul pul, toprakta tel tel
Çözülüp dağılsak ve ömür desek buna
Al yarısını, öbür yarısı bende kalsın
Öleceğin günü bana önceden haber ver
İçimdeki, dışımdaki saatleri kurdum
Yelkovanı kovalayan akrep gibi kaldım burada
Yüzü gitgide suya dönüşen kadınım
Bir gün bütün aynaları kırarsam şaşırma
Ben aklımı yitirdim yüreğimi buldum.
1983
Penceremde Dolanma Ayışığı

Pencereme dolanma ayışığı
Rüzgarın soluğuyla titreye titreye
Ağaçların hatırını sor
- Yoksul ve kimsesizdirler
Denizlerin dibinde oynaşıp duran
Balıkların sırtlarını ışıt
Pencereme dolanma ayışığı
Gözlerimle sokaklara abandığımda
Yalnızlığı bulursam
Öksüz ve dağınık kitaplarımı bulursam
Odalarda, evlerde
Her radyoda yürek tellerini titreten
Bir türkü bağırırsa
Pencereme dolanma ayışığı
Rüzgarda el çırpan nehirleri anımsarım
Teninde keklik hoplatan kırları
Dallarında yeni gelinler gibi
İstekle kıvranan
Erikleri
Eski bir pikapta Theodorakis çalıyor
Bir gemi açılıyor Pire limanından
Çarpa çarpa dalgalarına
Dostluğun ve sevginin
Eski bir pikapta kardeşlik çalıyor
İç çekmeler ve bağırışlarla
Titriyor teller
Pencereme dolanma ayışığı
Özlerim bir dostu kucaklama duygusunu
Onunla ağlaşmayı sessizce
Özlerim bir çiçeği öperken
Toprağı öpüyormuşçasına sevinmeyi
Pencereme dolanma ayışığı
Yorgunum
Pencereme dolanma ayışığı bu gece
Resimli 'Ahmetler' Tarihi
1
Bir çocuğun resmi üstüme örtülü kaldı
Kalbimin çıkınında tıkış tıkış anılar
Kolalı yakasının beyazı keşke alnına vursaydı
Şimdi yıllardan kaç, kocaya mı vardı rakamlar?
Oğluma ne kadar benzermişim, o bana benzemiyor
Bende tavanarası küfü, onda uysal isyanlar
Külümü karıştırsam hemen yalazlanıyor
Sanki her köşebaşında babama bir sözüm var
Yaraya tütün, kalbe hüzün adamım, ömre ölüm yakışır
Bul karıştır, tak takıştır, sonra bir de kaşın üstüne
Bütün cinnetlerine tamah ettiğim Hayat
Babamı ne kadar severmişim ah, oğlum beni sevmiyor
Şimdi yıllardan kaç? Şimdi yıllardan kaç?
2
Tesbih nerde koptu kesin bendedir
Babam külhanbey adam, sol taşağı mühürlü
Binüçyüzotuzsekizden beri Cumhuriyet çocuğu
Anası Rum, Dede Kafkaslar’dan, yüzbaşı...
Tesbih nerde koptu, kesin bendedir
Kırma döllerden karılmış şu Anadolu harası
Söyle şimdi oğlu Boşnak, babası devrimci midir?
Kırk yaşını aşarken kişneyerek ağladı
Tesbih nerde koptu, kesin bendedir
Ahmetler’den bir safkan, yüreği akıtmalı
Yine de oğlum iyi bak, adama benzer baban
Kirlenmemek için kendini alkolde saklar
Şu godoş dünyaya şu kazığı çaktık madem
Kişne sen de kendince, anlayan anlar
Tesbih bende koptu, elim sendedir
3
Fahişe yüzyıl, üç nesli emzirdin
Çoktan şiirden nesre göçtü adamlar
Elinden hiç değilse oğlumu kaçırdım
Sütübozuk yüzyıl, saat onikide donunu çıkar donan
Göndere çek, rüzgarlar bütün gece kussun
Geride boğulan bir Ahmet Erhan kalsın
4
Kara Mersin taşından üç kara boncuk
İzzet ve Deniz –iki cami arasında beynamaz bendeniz
Otuzyedi kardeştik, derdi babam
İki babadan ve bir çuval anadan
Ölüp gideceğim tapularıma bile kavuşamadan
Reddi miras eylesem belki gücenirsiniz
Biliyorum, biliyorum Mersin’i biz kurduk
Denizi gördük, asamızı taşa vurduk
Otuzyedi kardeşmiş... ben kendimi yolda görsem tanımam
5
Ben bu şiiri yazar mıydım hiç, azıcık drink alsam
Yetmişaltı yılında, bir haziran ayazında alkolden öldü babam
Bayrağı kaptığım gibi meyhaneye koştum
O gün bugündür camlarımda bir buğu
Boynum kırıldı kırılacak yetim bir kuğu
Ben bu şiiri yazar mıydım hiç, azıcık ayık kalsam
Şeytan diyor ki, yürü bre dağ bayır, bağır da bağır
Bir yerinde saklı tut solgun yüzünü
Ölünce kağıtlardan kazıyıp, kendime gömün beni...
6
Tarihim solgun:Milenyum! Milenyum!
Talihim beşte kalmış bir ganyan
Oğlum, tam şurada durup, boynuma sarılsan
‘Artık adam oldu diye babam.’
Şimdi yıllardan kaç, ne umurum?
Com. tr. –com. tr. - bippp. -aherhan?
Ah, Erhan!
1999
Denk
Sen gözlerimden tüten çığlık
Islak balkonlarımda önüme terlik uzatanımsın
Gecelerimde yere düşmelerimin rengi olan
...Uzaktan bir ezan sesi geliyor
Yorgun bir müslüman gibi uzanıyorum önümdeki rakıya
Kur'anlarımı kuruyorum, ama
Sefertaslarıyla önümden geçiyor birileri
Anladım, sabahlar hayatın dengi..
Diyor Ki, Ağlama...
Buruşuk ceketimi çekiştiriyor elleri annemin
Uçurumlar arasında burgaçlanan rüzgar
Kirpiklerimi yakıyor- diyor ki, ağlama
Az uzakta deniz, zeytinlikler uçsuz bucaksız
Annemin elleri tuz kokuyor, fesleğen, sabun
Kokular merdiveni doğurmuş beni
Durup durup tökezliyorum- diyor ki, düşme
Büyümüşüm, üzümüm şaraba dönüşmüş gibi
Kendimi içiyorum kan ve ter- diyor ki, içme...
2001