8 Temmuz 2016 Cuma

YAŞAMAK İÇİN GÜZEL BİR YALAN: GODOT’YU BEKLERKEN


Vladimir ve Estragon bir yerde buluşur, Godot’yu bekler. Sözleşmişlerdi Godot ile. Zaman geçer, sabırsızlanmaya başlarlar ama bir türlü gelmez Godot. Yine de bekleyişlerini devam ettirirler. Godot’un bir gün çıkıp gelme ihtimali umuda dönüşmüş. Küçücük bir umut bir ağaç dibinde günlerce mantıksızca beklemelerine yetmiş. Bir süre sonra asıl tehlike başlar. Sürekli bekleyiş ve her gün tekrarlanan ritüeller sıradanlaşır, hem zamanın hem de eylemin önemini ortadan kaldırır. Çünkü sıradanlık ve süreklilik, sonsuzluk ve hiçlik yaratır. Demiri eriten kızgın lavlar gibi eylemler ve zaman hiçliğin/sonsuzluğun içinde küle dönüşür. Aynı noktada aynı şeyleri yaparak günlerce bekleyen adam dünün bugünden bugünün dünden farkını bilemez, 365 gün aynı gün haline gelir, tüm eylemler aynı eylem olur, zamanın da farkına varılmaz, yapılanların da farkına varılmaz. Nitekim Vladamir ve Estragon ne kadar zamandır Godot’u beklediklerini bilmez, günün Pazar mı, cumartesi mi, Perşembe mi olduğunu hatırlamaz, bir önceki gün görüşmüşlerdi ama hatırlamazlar görüşüp görüşmediklerini, bir çocuk gelir yanlarına Godot’un yarına geleceğini söyler, yarın olduğunda çocuk tekrar gelir yanlarına bir daha Godot’un yarın geleceğini söyler ama çocuğa sorduklarında daha önce yanlarına gelip gelmediğini hatırlamaz.

Müthiş bir hafıza kaybı. Hem çocukta hem de Vladimir ve Estragon’da. Bir tür Alzhemir hastalığı. Sanki geçmişte hiçbir şey yaşanmamış, geleceğe dair az umutları var, sadece oldukları anın kısa bir diliminde yaşıyorlar, bir saat öncesi bile söz konusu olunca tepe taklak oluyor her şey. Tüm ömürleri kısacık ana sıkışmış.
Bundan sonra gerçeklik kaybolup gider. Yapılanların önemi olmadığı için anlamın da önemi olmaz. Kişiler, isimler, kelimeler, beklenen mekanlar, bekleyen kişiler, gelecek kişiler, Vladimir, Estragon ve Godot topluca anlam kıyımına uğrar, toz buz olur. Vladimir’in Estragon olması, Estragon’un Vladimir olması ya da ikisinin hiç olmaması fark etmez. Günün pazartesi mi, pazar mı olduğunun önemi kalmaz. İnsan standartlaşan sistemin içerisinde sistemin yürümesi için sistemin parçası haline gelir, canlı bir nesne olur. İnsan sadece kendisine değil dünyaya, eşyaya da yabancılaşır. Bir taşın yaşamla ne kadar münasebeti varsa insanın da o kadar olur.
Samuel Beckett personalarına yaşattığı hafıza kaybı ile farkına varılmayanı gün yüzüne çıkarır. Beckett için en fazla biraz abarttığı söylenebilir. İnsanların gözüne soktuğu gerçeklik inkar edilemez. Ve Beckett yaşamdaki akıl dışılığın ciğerini söker, iki perdelik oyun şeklinde insanların önüne atar. Tekrarlanan ritüeller önce kendisini işkal eder sonra insanının yaşamındaki birçok şeyini.  
Herkes hayatına devam eder ama ritüellerinin, günlük yaşamın sıradanlığının nasıl bir canavara dönüştüğünü fark etmez. Hatta yaratılan canavarın insanı yok ettiğini, hem de çok acı bir şekilde yok ettiğini, elini kolunu bile görmeyecek hale getirdiğini, canlı bir taşa dönüştürdüğünü fark etmez.
Her gün kahvaltısını yapıp saat sekizde işine giden bir memur bir süre sonra fabrikada vida sıkan penseden farkı olmaz. Ya da her gün iki kez saati sekize vuran akrepten.  Memur, ne yaptığı kahvaltının bilincindedir ne de işe nasıl gittiğinin. Yaşam önünü açıp ilerlemek isterken geçmişi ve geçmişte yaşananları cansızlaştırır.

 

Vladimir ve Estragon, Godot’yu bekler. Tüm eylemlerinin nedeni Godot’un çıkıp gelmesi. Ama günü sonunda Godot gelmez.  Gerçekten Godot adında birinin olup olmadığını öğrenemeyiz. Belki de Godot hiç yoktur, tamamen uydurulmuştur. Tüm yüzler Godot’un yüzü ile karışır, herkes hem Godot olur hem de hiç kimse olur. Estragon Pazzo’yu gördüğünde “Godot bu muydu” der.

Oyunun sonunda sorular takılır kafamıza. Dünyada varlığına inandığımız, uğrunda ömür tükettiğimiz her şey gerçekten var mıdır acaba, yoksa dünyada kalmak için kurgular oluşturup bahaneler mi uydurmuşuz? Sevdiğimiz insanlar, inandığımız tanrı ne kadar kendisidir, ne kadar bizim kurgumuzdur. Deney yapılırsa yüzde on gerçekliğe karşın yüzde doksan uydurulmuş çıkar beklide.
Beckett, insanların dünyada kalma sebeplerine dinamit koyuyor resmen. Çünkü yaşamak için yalan da olsa nedenlere ihtiyaç var. Vladimir ve Estragon baş başa kalması için hiç olmayan Godot’un kurgulanmasına ihtiyaç var. Godot inançlı bir adam için tanrıdır, devrimin olacağına inanan biri için ideolojidir, yükselmeyi bekleyen bir memur için müdürlük, başkanlık koltuğudur. Bir askeri yıllarca savaşacak halde tutmak için en güzel yol gelecekte yüzbaşı ya da albay olacağı umududur. Asker için Godot’yu böyle bir umuttur.
Aynı durum Dino Buzatti’nin, Tatar Çölü romanında da söz konusu. Bastiani kalesindeki askerler ve Drago, Tatar Çölünden bir gün düşman askerlerin çıkıp gelmesini, savaşın çıkmasını bekler. Savaş çıkarsa işe yaradıklarını ispatlayacaklar. Çünkü askerlerin varoluşu savaşabilmelerine bağlı yoksa kale bekçisinden farkları kalmaz. Bu bekleyiş uğruna Drago yaşamını kalede tüketir ve sonunda ölür. Durumun dramatik tarafı Tatar çölünden hiçbir zaman düşman askerlerin gelmeyeceği halde böyle bir yalanın uydurulmasıydı. Ne için? Yaşamak için Godot’yuların gelmesi umut edilmeli.

Gerçekliğin yüzü çok acı olduğu için insanlar gerçeklikten korkar, gerçeklikle baş başa kalmak istemez, yalanın tatlı yüzünü gerçekliğin acı yüzüne tercih edip uydurmuş olanla yaşar. Katı, değişmez gerçeklikle yaşamaktansa esnek, isteğe göre şekillenen yalancı gerçeklikle yaşamak çok daha kolaydır.  Dünyada tüm Godot’yuların toplamı gerçeklikten tonlarca kat büyüktür.

 

VİTRİN DERGİCİLİĞİ: OT, OTLAK, CİNS, KAFKA VS.

Son yıllarda popüler dergilerin mantar gibi çoğaldığını görüyoruz. Ben bunlara vitrin dergileri diyorum. Sömürü dergileri de söylenebilir. Kim ne derse desin. Yeter ki kastimiz anlaşılsın. Bunlar: Ot, Otlak, Cins, Kafa, Kafka…
Kısaca isimler böyle. Unuttuğum isimler olabilir. Birbirlerinden çok farklı olmadığı için önemli değil hepsinin isimleri.

Türkiye’de Edebiyat dergilerinin tarihine bakıldığında ideolojik kaplaşmaların oldukça keskin olduğu görülür. Tartışmaların, karşıtlıkların sık olduğu görülür. Vitrin dergiciliğinin varoluşuna uygun olmasa da ideolojik kaplaşmalar az olsa da vardır. Bu durumun da vitrin dergiciliğinin işine geldiği söylenebilir. Örneğin bir taraf okuyucusuna Necip Fazıl’a bağırmak istiyor, diğer taraf Nazım Hikmet’le. Tabii dediğim gibi kaplaşmalar keskin değil, homojen değil heterojen birliktelik var, iç içe geçmişlik var. Piyasaya seslenildiği için kimin nerde yazdığı çok önemsenmiyor. Zaten amaçları bir kitle oluşturmak veya bir kitleye söz söylemek değil, olabildiğince çok kişiye ulaşabilmek. Olabildiğince çok satabilmek, çok para kazanabilmek.
İki dergiyi örnek verirsek, ayırımı görmek açısından.
OT dergisi: daha sol daha demokrat çevrelerin oluşturduğu biliniyor.
Cins dergisi: İslamcı, sağcı çevrenin oluşturduğu dergi.
Cins dergisi daha dar çevrede kalsa da Ot dergisi vitrin dergisinin hakkını tam anlamıyla veriyor. Yazar vitrinine bakıldığında her çevreden insan görülebilir.

  

Kafa dergisi için bir parantez açmak lazım. En önemsemediğim vitrin/sömürü dergisidir. Birkaç yıl önce Posta gazetesinde Kürdler için       “Güneydoğu’da çanak anten terörü” yazısını yazan ırkçı kişinin dergisidir.   Candaş Tolga Işık. Irkçılık tedavi edilen hastalık grubuna girmiyor. Bu yüzden ömensiz. Kafa dergisinin yazarlarına bakıldığında demokrat-liberal-geniş kitleler tarafından sevilen, tanınan yazarların kalem oynattığı görülüyor. Irkçılığın para etmeyeceği bilindiği için vitrin dergiciliğinin varoluşuna uygun olarak bu yazarlar tercih edilmiş.
Buradan vitrin/sömürü dergiciliğinin muhtevasına geçelim. Okuyucusu kitlesi kimdir? Nasıl yazarlar tercih ediliyor? İçerik hangi konulardan oluşturuluyor?

Okuyucusu: Fast-food ile beslenen, yediğimde bana dokunmasın, beni yormasın hafif ve hızlı ürünler tüketeyim diyen okuyucunun dergisidir. Bir kavram daha yazabiliriz. Fast-food okuyucu.

Vitrin Dergisi yazarları: Vitrin dergileri piyasa değeri olan, geniş kitleler tarafından bilinen, sevilen isimleri seviyor. Demokrat, liberal, ılımlı, politik olarak geniş çerçeve çizen yazarlar en uygun olanlarıdır. Kitap satışları patlamış bir isimse tadından yenmez. Tam vitrin yazarı olmaya uygun.
Zaten dergi kapaklarındaki isimlerine bakıldığında anlaşılıyor. Süper marketin süper reyonu gibi. Şampiyonlar liginin karma kadrosu gibi çeşitli, zengin, türlü türlü. Gösterişe değil, içeriğe önem veren bir dergi, isimleri bu kadar göze sokmaya çalışmaz, reklam yapmaz.

Vitrin dergileri okuyucuyu avlamak için etrafında dönüp dolaştığı birkaç kaynak vardır. Neredeyse tüm vitrin dergileri aynı kaynaklardan besleniyor. Gösteriş yapabilecekleri,  hafif ve hızlı tüketilebilecek ürünler çıkartabilecekleri konular, meseleler seçiyorlar. Onların amacı üretmek değil, sunum yapmak, göz boyamak, kısa bir süre için okuyucuya haz vermek, okuyucuyu tatmin etmek.
Bu durum onları ucuz edebiyat, ucuz sanat sunucuları haline getiriyor.
Muhammed Ali örneği verilebilir. Daha mezarının toprağı kurumamışken kapak yapıldı. Büyük puntolarla reklamı yapıldı, gelecek sayılarda konu edileceği söylendi.

Vitrin dergiciliğinin sömürü kaynaklarına gelirsek:

Yeşilçam sineması: Dergi kapaklarından başlayarak derginin son sayfasına kadar görebiliyoruz. Yeşilçam artistlerinin fotoğrafları, insanların kalbinden yer etmiş replikleri boy boy vitrine koyuluyor. Bu da yetmiyor posterleri basılıyor.  Günler öncesinden reklamı yapılıyor. İşte “Temmuz sayımızda Kemal Sunal olacak”. Bilmem şu sayımızda “ Şener Şen’in çocukluk fotoğrafını ilk kez yayımlayacağız.” Sadece bunlarla bitmiyor. Kaç kez aynı dergilerde veya farklı dergilerde görmüşüzdür. Münir Özkul’un “Bak beyim sana iki çift sözüm var. Koca adamsın…” sözleri, Alyazmalım filminde Kadir İnanır ile Türkan Şoray arasında geçen diyaloglar ve  başka filmlerdeki replikler önümüze şiir olarak, gözyaşı olarak, şarkı olarak alt alta üst üste yazılarak getiriliyor.

Nostaljinin ve duygunun taciri yapılıyor. Edebiyat adına edebiyatla sömürü yapılıyor.

Başka bir sömürü kaynağı da: Popüler isimler. Edebiyata, şiire, sinemaya damga vurmuş popüler isimler her seferinde makyajlanarak yenmesi için insanların önüne bırakılıyor. Sadece yemeğin görüntüsü değiştiriliyor, tadı aynı, muhtevası aynı. (Yemeği yedikten sonra kusmamak için kendinizi zor tutuyorsanız, iyi yoldasınız demek ve demek ki siz vitrin dergisi okuyucusu değilsiniz.)
Bu popüler isimler kısaca belirtirsek. Kafka, Dostoyevski, Sabahattin Ali, Oğuz Atay, Albert Camus…
Vitrin dergilerinin hiçbirinde söylediğim yazarlarla ilgili ciddi yazılar, ciddi                                           çalışmalar yapılmıyor. Okuyucuyu çekmek için yem olarak kullanılıyorlar.

Sonuç olarak: Vitrin dergileri edebiyat üretmez, sanat üretmez, düşünce kırıntısı ortaya koymaz, yeni bir şey söylemez, şaşırtmaz. Daha önce yenmiş yemeği ısıtıp ısıtıp okuyucunun önüne koyar. Daha önce görüleni, duyulanı makyajlayıp yeni bir şeymiş gibi sunar. Kandırmacadır. Postmodern kültürün defacto yönlerinin sonucudur. Yaratmazlar, var olanı yeniden yeniden kullanırlar.

Vitrin dergileri ile yüksek edebiyat yapan dergileri kıyaslandığında aradaki fark rahatça görülebilir. Örneğin, Postöykü ve Öykülem dergilerine bakıldığında kapaklarından itibaren ciddi edebiyatın, ciddi çalışmaların ürünleri oldukları fark edilir. İki derginin de kapağı gösterişsizdir, sadedir. Kafka’nın ya da Adile Naşit’in boy boy resimleri yoktur. Düşünmeye, düşünceye ve edebiyata davet eder okuyucuyu.