Üzerine en çok
kafa yorduğum insanlardan biridir Bela Tarr. Gerçekten onu benim için bu kadar özel
kılan şey nedir? Sorulardan bir soru bu.
Bela Tarr’ı
tanımam öğrencilik zamanlarında Kızılay’da bodrum katında bulunan gizemli bir
CD’ciye girmemle başlar. Bağımsız ya da sanat sineması diye adlandırılan
yaklaşık 20 tane film almıştım. Unutmam tanesi iki liraydı, bir tane filmi de
bedava almıştım.
Torino Atı’ndan
sonra diğer filmleri de izledim. Hatta bazılarını birkaç kez. İzledikçe kafamda
yarattığı anlam genişleyip derinlere doğru kök saldı.
Filmlerin muhtevasına
gelirsem:
Tüm filmleri
siyah beyaz. Filmlerinin genel olarak karamsar, umutsuz ve asık suratlı olduğu
söylenebilir. Her sahne yas evinde geçiyor gibi. Ardı ardına tabutlar geçiyor
ve siz geçen ölüleri izliyorsunuz. İnsanların güldüğü neredeyse hiç görülmüyor.
Yıkım en şiddetli haliyle kuşatıyor her tarafı. Yıkımın şiddeti insanları öyle
sarıyor ki hasta yaşlı adamlar bile dövülüyor, sokak levhaları yerinde sökülüyor. Bunun adı insanın içinde büyüyen kin ve nefret. Akciğer alveollerine
kadar nefrete batmış bir insanın oluşturabileceği yıkıcılığı düşünebiliyor
muyuz?
Bela Tarr hiçbir
filminin hiçbir karesinde mavi boncuk dağıtmıyor. Kötülüğün araçlarıyla yıkabileceği
ne varsa yıkıyor. Ama bu yıkım öyle bir
yıkım ki yapım için olanak sağlıyor.
Peki, Bela
Tarr’ın sinemasını anlamlı kılan bunlar mı? Filmlerinin bu denli ölümle
sarmalanmış olması mı? Evet, ölüm kelimesi bize anlamlı bir cevap verebilir. Antikaramsarlık,
mutluk, gülmek yaşamaya yaklaştırıyorsa tam tersi karamsarlık, mutsuzluk ölüme
yaklaştırır. Bela Tarr, izleyiciye ölüm hissini tattırıyor. Bu ölüm hissi öyle
kupkuru ölüm hissi değildir, yıkımın ortasında dirilmeyi istemektir ama aynı
zamanda ölümü arzulamaktır.
Bela’nın
sinemasının anlamını varoluşumuzun köklerinde arayabiliriz.
Daha en başına,
sıfır yaşına, anne rahminden dünyaya düşmeye gidersek. Doğmak doğmanın ilk
adımıdır, yaşam boyunca insan doğar ve doğumunu tamamlamaya çalışır. Doğdukça doğmak için ölü taraflarını yok eder. Özetle
doğmak şiddetli bir ölme ve öldürme isteğidir.
Bela Tarr’ın
yaptığı tam da bu. Öldürme arzumuzu kendi elleriyle ellerimizi kana bulamadan
gerçekleştirir. İçimizdeki yıkma isteğine olumlu cevap verir, bizim adımıza
bunu gerçekleştirir. Yani adımıza katil olur.
Öldürme şiddeti
arttıkça doğumumuzu sonuçlandırma olanağımız da artar. Yaşamayı ve yeniden
doğuşu iyilikle değil kötülükle yapar.
Bela’nın sineması
için başka bir gerekçemiz: modern zamanlardır.
Yaşamın gündüzde
değil gecede olduğunu, aydınlıkta değil karanlıkta olduğuna işaret eder.
Gecenin insanları
için Bela Tarr’ın filmleri morfin gibi rahatlatıcıdır.
Çağımızda cennetten
çok cehenneme arzu var. Gündüzden geceye kaçış var. Bunun sebebi insanların
psikopat oluşu ya da arızalı oluşu değildir. Büyük harflerle sebebini
söylersek: Anlamın yitirilmesidir. İyi olan
yerini kaybetti, bayrağını başkalarına terk etti. Bu yüzden güller değil “çirkin”
bonsai ağaçları seviliyor. J
Özetle: Bela
Tarr’ı izliyorsanız ölümle yaşam arasında büyük bir devinimle gidip
geliyorsunuz demektir.