21 Eylül 2019 Cumartesi

ÜFLENMEMİŞ KEMİK

dert mi yok başa gelen/suyun derinliğini düşünürsün/ şapkan düşer elini kaldırdığında/ bir arzuhalci derdini temize çeker/ yazamadığını saklayamazsın kimseden/ çıkıp konuşmaya çalışsan ağzın izin vermez/ ağzı şu anda müsait değil derler/ dişlerini geçirirsin birine/ ya karşındaki doğru kişi değilse/ kendini temize çıkarman lazım/ sustuğum için doğru eti tutturamadım diyeceksin/ kötü izlenim veriyor diye öğretmenin kızar/ baban kemiklerini teslim eder ona/ sekiz yıl yaşar kemik/ bir şeyler öğrensin diye kemik sekiz yıl/ allahın üflediği ruh eksiktir onda/ odun olarak kullanılabilir toprağa gömülebilir temizlikçikler tarafından dövülebilir/ kimsenin toprağına işemedik diye ortalığa çıkıp dayılanırsın/ ağzın açılsa bi/ kafama takılan şapkayım diyeceksin/ gömleğin güzel olur/ bacaklarına bir pantolon üç yüz liradan başlar/ alacak paran varsa/ kıravat en az üç ayıbını örter/ koltuk sahibi olmuşsundur artık/ sana koltuğumuz oldun diye binecekler/ kalk düğününde oyna görsünler cevvalliğini/ bu sırta kız vermişler/ bu sırtı gezdirecekler salonda/ eli silaha kemikleri öğretmene ağzı terziye teslim edilecek bebek lazım/ kafatasında allah kadar güçlü sopa seni terbiye edecek/ ne zaman seni izleseler yürüyüşün düzelir/ ne zaman emir verseler orada hazır olda beklersin/ kıldan ince boynun kuzu gibi küçük dişlerin/ seni arzulayan hayvanı/ seni hayvan gibi yere yatırdıklarında gözlerin açık gider/ 

2 Eylül 2018 Pazar

Tüm Zamanların En İyi 25 Parçası

Hafızanızı zorlasanız da hatırlayamadığınız, sizin için çok değerli anılar vardır, yüklendikleri duyguyla bilinç altımızda kendilerine çok özel yerler edinmişlerdir. Hiç ummadığınız anda ortaya çıkar ve tüm detaylarıyla kendinizi o anın içinde bulursunuz. İşte o muhteşem anları hiçbir çaba harcamadan yanıbaşınıza getirecek tüm zamanların en iyi 25 parçası.
1 Bob Marley - Don’t Worry Be Happy
2 Lou Bega - Mambo No. 5
3 Leonard Cohen - Dance Me To The End of Love
4 Vaya con dios - Nah neh nah
5 Ray Charles - Hit The Road Jack
6 Louis Armstrong - What a Wonderful World
7 Elvis Presley - Jailhouse Rock
8 Flashdance - What a Feeling
9 Dirty Dancing - Time of my Life
10 The Drifters - Stand By Me
11 Gipsy Kings - Bamboleo
12 Beatles - Yesterday
13 Whitney Houston - I Will Always Love You
14 Modern Talking - Brother Louie
15 Bonney M. - Daddy Cool
16 Toni Brzaxton - Un-Break My Heart
17 Michael Jackson - Billie Jean
18 Dire Straits - Walk Of Life
19 Demis Roussos - Goodbye My Love Goodbye
20 Céline Dion - My Heart Will Go On
21 Scorpions - Still Loving You
22 Frank Sinatra, Count Basie - Fly Me To The Moon
23 Tracy Chapman - Fast Car
24 Sade- Smooth Operator
25 Abba - Dancing Queen

Kaynak://oggito.com

2 Nisan 2018 Pazartesi

Ülkü Tamer’in Şiirleri ve Hayatı



Ülkü Tamer, 20 Şubat 1937’de Gaziantep’te doğar. Şair, kitap dostu bir anne ve zengin bir kütüphanesi olan bir babanın çocuğu olarak yetişir. Robert Koleji bitirir. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydını yaptırırsa da yarım bırakarak, İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nde öğrenimine başlar ve mezun olur.


Dünyanın Bir Köşesinden Lucia isimli şiiri, Kaynak Dergisi’nde yer aldıktan sonra edebiyat dünyasında tanınır olmaya başlar. Garip şiirinin eleştirildiği 1950’li yıllarda, kendine yeni yollar arayan genç şairlere sonradan Ülkü Tamer de katılır. Değişik imge, çağrışım, soyutlamalarla yeni söyleyişler deneyen şair, zamanla durulup arınır ve kendi özgün sesi ve şiirleriyle İkinci Yeni akımına katılır.
ulku tamer, 1958
1958
1964 – 1968 yılları arasında özel tiyatrolarda oyunculuk yapar, kendi oyunculuğunu yeterli bulmadığı için tiyatronun dışına çıkar. Bu dönemine dair anılarını, Bir Gün Ben Tiyatrodayken… Kırk Sanatçıdan Tiyatro Anıları kitabında anlatır.
“Eskiden tiyatro anıları sık sık anlatılırdı. Kısa süren oyunculuk döneminde, tanımaktan onur duyduğum tiyatro ustalarından ne anılar dinledim. Bu anılardan bazılarını, söz gelimi Toto Karaca’nın, Mehmet Karaca’nın anılarını kendi sesleriyle kaydetme olanağı buldum, bazılarını ise hemen kağıda aktardım. Bu ustaların, özellikle bizden öneceki dönemlerde sahneye gönül vermiş olanların anıları, sadece tiyatro alanınında eğlenceli renkler içermiyor. Tiyatroya yaklaşımımızan hareket ederek Türkiye’nin yakın tarihinden ilginç ayrıntılar da yansıtıyor. Kötü bir tiyatro oyuncusuydum ben. Ama gönlümün sahnede olmadığını anlamam beş yıl sürdü. Bu beş yıl içinde bende ilginç olaylar yaşadım.” (Bir Gün Ben Tiyatrodayken… Kırk Sanatçıdan Tiyatro Anıları, 2003)
ulku tamer
Ülkü Tamer, İkinci Yeni şairlerinin içinde en genç olanı, en az tanınanıydı. Tüm İkinci Yeni şairleri gibi, o da daha sonra kendi yolunda yürür. Şiirinde başından beri var olan ironi ve çocuksu duyarlılığı ile geleneksel halk şiir tınısını koruyarak yazar. Şiirinin kaynakları, Halk Edebiyatı’ndan Batı Edebiyatı’na uzanan çok geniş bir çerçeve içindedir. İyi bildiği sinemayı da bu kaynaklara dahil edersek, Ülkü Tamer’in şiir evrenine biraz daha yaklaşmış oluruz. Gündelik hayat ve anılar bu çerçeveyi çok daha geniş evrenlere taşır. Bütün bu şiirsel özellikleri, Ülkü Tamer’in Soğuk Otların Altında, Gök Onları Yanıltmaz, Ezra ile Gary, Virgülün Başından Geçenler, İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür, Sıragöller, Seçme Şiirler, Antep Neresi ve Yanardağın Üstündeki Kuş – Toplu Şiirler eserlerinde fazlasıyla buluruz.
“Çocukluğumdan beri sinemacı olmak istedim” diyen Ülkü Tamer, Fellini’nin ünlü fimi Amarcord’u 1973’te Türkiye getirir.
Ülkü Tamer şiirinin, çocukluktan, çocukluğa ilişkin birtakım çağrışımlardan, tarihten ve tabiattan gelen kaynaklardan beslendiği görülüyor. Onun ilk şiirlerinden itibaren tabiata ait görünümler, çocuksu duyarlılık ile birlikte evrensel insanlık durumları kendini sürekli gösterir. Ülkü Tamer’in şiiri, ölüm, yalnızlık, yabancılaşma, özgürlük gibi temaları da önceleme eğilimindedir. Şairin sinema ve tiyatroya yakınlığı kimi şiirlerde tahkiyeli anlatımı (öyküleme) da beraberinde getirmiştir.
Ülkü Tamer şiiri, saydığımız özelliklerin yanında ironik dili önemsemesi bakımından da dikkat çekici bir şiirdir. İkinci Yeni şairleri içerisinde özellikle Cemal Süreya, Turgut Uyar ve Edip Cansever’de bir tavır olarak görülen, daha öncesinde Orhan Veli ve arkadaşlarında net çizgileri görülen ironi, Ülkü Tamer’de farklı işlevlerle şiir dilinin önemli bir göstergesi olmaktadır. Ülkü Tamer, ilk şiir kitabı Soğuk Otların Altında’dan itibaren ironiye şiirlerinde yer veren bir şair olarak dikkat çeker.
ulku tamer ve tomris uyar
Tomris Uyar ile Ülkü Tamer
Ülkü Tamer ilk evliliğini yazar ve çevirmen Tomris Uyar ile yapar. İkisi de Robert Kolej mezunudur evlenirler, bir de kızları olur, Ekin. Ancak Ekin, henüz birkaç aylıkken sütten boğulur ve ayrılırlar.

O Eski Bir Güvercindi

O eski bir güvercindi gittikçe hatırlanan,
O eski bir güvercindi, uçması da iyiydi bana kalırsa
O eski bir güvercindi, çünkü tenhaydı şehirler,
Benim saçlarıma saklanırdı, benim saçlarım çalılara;
Onu görürdüm göllere girdiğimde, bıldırcın avladığımda akşama,
Gelir ateşime sokulurdu, o eski bir güvercindi,
Başka kimsecikler de yoktu galiba.

Ben Sana Teşekkür Ederim

Ben sana teşekkür ederim, beni sen öptün,
Ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün;
Serinlik vurdu korulara, canlandı serçelerim;
Sen mavi bir tilkiydin, binmiştin mavi ata,
Ben belki dün ölmüştüm, belki de geçen hafta.
Sen bana çok güzeldin, senin ayakların da
Haluk Bilginer’in Güneşin Oğlu filminde seslendirdiği, Ülkü Tamer’in Konuşma şiiri

Yazın Bittiği

Yazın bittiği her yerde söylenir.
Böyle kırmızı kalkan görülmemiştir
Ölüleri örten yapraklardan başka.
Çünkü sahiden yaz bitmiştir,
Göle bakmaktan usanır insan,
Koru tutmaktan, yol gözlemekten;
Çadırlar toplanır, yaralar sarılır;
Durgun bir yolculuk, uzun bir şapka
Artık yaprakları beklemektedir
Aşk mıdır kış gelince başlayan
Beyaz kılıçla yürüyen aşka…
Bırakmaz olur kuşlarını ülkeler,
Yazın her yerde bittiği söylenir;
Yorgunluklar çoğalır silahlardan sonra;
Kardan mezarları görülür ıssızlığın
Ölü öpüşlerin koyuluğuyla…
Aşk kalmıştır otlarda yılı götüren,
Cesur savaşçıları taşıyan kışa
Her yerde yazın bittiği söylenir,
Çürür çiçeklere yapışan kanlar;
Belki uzaktan iki atlı yaklaşır,
Belki yakından iki yaprak kalkar;
Akşamın örtüsü derelerde yıkanır,
Gökyüzünü görünce gecenin devi
Çıkarıp şapkasından yıldızlar saçar,
Cüceler bunu bilir, gürgenler bilir,
Aşkın uyumadığı her yerde söylenir

Sıra Göller

Haşhaş tarlaları arasından geçeceksin,
Beyaz ve mor haşhaşları havaya savurarak
Yeni bir afyon bulacaksın kendine.
İşte o zaman beni unutma,
Şairini, onun şiir yazan ellerini,
İçine dizilen sıra gölleri,
Kendi kendine konuştuğun seni,
Her şeyi, hiçbir şeyi unutma.
Zakkumların arasından bir şehre gireceksin,
Aşk şiirleri, tabiat şiirleri, tarih şiirleri düşünerek
Bir dinamit yapacaksın kendine.
Korkma, ateşle onu.
Öldürecek nice balıklar vardır sularında,
Patlamayla dirilecek nice balıklar vardır.
İşte o zaman an beni, yaşa beni,
İşte o zaman unutma beni.
Hatırlanacak çok hüzünler bulacaksın,
Onların tohumunu havaya savurarak
Uzun bir yolculuk yaratacaksın kendine,
Her şeyin, hiçbir şeyin yolculuğu.
İşte o zaman an beni, yaşa beni,
Kıyılarda bile boğulan seni,
Bir saz kuşu olarak gezinen hayaletini,
Çeliğinden kemik oyan gövdeni.
İçinde bir kaçakçı yaşar senin,
Kayıkla dolaşır göllerinde,
Beynine tabanca ve şiir satar,
O kaçakçının bakışını sakın unutma.
ulku tamer

Üşür Ölüm Bile

Bir ormanda tutup onu
Bağladılar ağaca
Yumdu sanki uyur gibi
Gözlerini usulca
Bir soğuk yel eser
Üşür ölüm bile
Anlatır akan kanı
Beyaz sesiyle
Diz çöktüler karşısına
Sonra ateş ettiler
Parçalanan yüreğine
Yuva kurdu mermiler
Bir soğuk yel eser
Üşür ölüm bile
Anlatır akan kanı
Beyaz sesiyle
Gelip kondu bir güvercin
Ellerine o gece
Kırmızı bir çelenk oldu
Bileğinde kelepçe
Bir soğuk yel eser
Üşür ölüm bile
Anlatır akan kanı
Beyaz sesiyle

Bakış

Yürürken o bakışını bırakma,
kasketin gibi kendine ekle onu.
Dağılan bir kuş kanadı gibi
sarsın alnının arkasını.
Patikalarda büyüyen hışırtılar gibi
yüreğinde büyüt onu.
Ayın savurduğu sessizlik gibi
içine savur onu.
Tut elinden o bakışını.
Çeşmeye götür,
su içir ona.
Çıkınını aç,
peynir ver ona.
Dağlara taşı,
rüzgarı göster ona.
Yaşarken o bakışını bırakma.
Yılların hazinesi gibi
öfkenin sandığında sakla onu.

Ölümdü Adı

Adı ölümdü çünkü onu yarattığımız zaman,
Her akşam kanardı dudaklarındaki kuş
Ölümdü adı, ona her gece taşındığımda
Alışkın olduğum bir darağacından,
Gülerken boğazının karanlık boşluğuna
Ölümdü, sokaklarında dolaşırdı şehrin,
Saat kulesini getirmişti uykularıma.
O kadar ölümdü ki, o kadar da çalışkan,
Kimseler kurtaramazdı beni ölümden başka.

Hançer

Yollarındaki fenerleri yakmıştır deniz.
Hançer tek yenilgisini bizden almıştır,
Bakmaktadır oluğunun ülkesinden akşama,
Düşerken kanatlarına tutunan kuşlara.
Ve biz son yenilgimizi ondan almışızdır.
ulku tamer ve neslihan tamer
Eşi Neslihan Tamer ile

Nesli’yle Konuşmalar

avlu. ikindinin anayurdu.
önce avluya gelirdi ikindi,
sonra çatıya çekilirdi
gölgelerin sessizliğine takılarak.
kumru kuşlarını akşama hazırlardı.
denizi düşünürdüm zerdali ağacının altında,
dergilerde resimlerini gördüğüm denizi.
ikindi nasıl sarmalardı o büyük suyu?
ya okyanusu?
sökün ederdi sorular
okuduğum sözcüklerden süzülerek:
denizin tuzu nereden gelir,
gözyaşlarından mı denizkızlarının?
yakamoz
anıları mıdır balıkların?
dere okyanusun ipekböceği midir?
güneşin oğlu kime kılıç sallar gündüzleri,
kızı geceleri kime gülümser?
ayın ardında da uçar mı kartal?
ağaçkakan kimin şiirini yazar ağacın defterine?
neden toprağın altında arar
yıldızları salkımsöğüt?
cırcırböceği
neden yaprağın sesine sarmaz uykusunu?
bütün bu soruların yanıtlarını
yıllar sonra sende buldum. nesli.
sende buldum
dergilerde resimlerini gördüğüm denizi.

Beni Bekledinse

Sevda değildi bu
Sanki bir düştü
Sürecek diyordum
Sonsuza kadar
Takvim yaprağına
Ayrılık düştü
Aramıza girdi
Bu kara duvar
Beni bekledinse
Yağmurda karda
Beni bekledinse
Deli rüzgarda
Beni bekledinse
Yorgun yıllarda
Susuz yüreğimde
Çiçekler açar
Yüzün ay ışığı vuran bir koydu
Saçların gecede saman yoluydu
İçin güneşlerle dolu doluydu
Önce gözlerine gelirdi bahar
Beni bekledinse
Yağmurda karda
Beni bekledinse
Deli rüzgarda
Beni bekledinse
Yorgun yıllarda
Susuz yüreğimde çiçekler açar
Çorak yüreğimde çiçekler açar

Gecede

Kararmaya durdu mu ortalıklar
Büyük mor bir ışık yalın kat yüreğinde
Oysa birçokları yalnız gecede
Yaşar en ışıksız yerini bölünerek
Unuttuğu bir şey vardır başkalarının
Oysa bir yerlerde hepsini duyar
Üşür gecelerden bir ince yürek
Ama dağ başında bir yalnız diken
Ama tepelerde iri bir rüzgar
Yaşamazlar birçokları gecede
Karanlık gölgeler düşer yollara
Sonra geçip bütün korkulardan, karanlıklardan
Yiğitçe karşı koyar da bir ince yürek
Yansıyan duru ışıklar gibi iyimserliği
Geçer uzak güneşlerden, sulardan.

Geceleyin

Geceleyin karanlıkta
Suya attım ben sesimi
Türkü oldu birdenbire
Denizinden geçen gemi
Geceleyin karanlıkta
Gülümsedim buluta ben
Saçlarına düşen yağmur
Gökkuşağı oldu birden
Geceleyin karanlıkta
Yıldız tuttum gök içinde
Işığını sana vurdu
Bir gül açtı yüreğinde
ulku tamer

Dünyada Ne Kadar

Dünyada ne kadar kuş varsa
bir fazlası senin soluğunda
bana bir ninni söyle
savurup atsın yorgunlukları
ormanın savaşını bağışla
bağışla kuytunun sessizliğini
gözlerimin arkasında çatlayan
tohumun coşkusunu anla
uçurumlardan örülmüştür çünkü
sıradağları yaratan sevda

Getir Bana

Varsın yaz biterse bitsin
Sıcak bir kış getir bana
Uykumda sarılmam için
Sonsuz bir düş getir bana
Karda gül açar mı deme
Güneşini esirgeme
Ek yağmuru yüreğime
Bir damla yaş getir bana
Besler beni senin sevdan
Elimi tuttuğun zaman
Bir bulutun kanadından
Küçük bir kuş getir bana

Uyku

Bana çiçek gönderme
Bir kuş ağacı gönder
Dallarında gezinsin
Kül rengi güvercinler
Konsunlar yastığıma
Uyutmak için beni
Sırtlarında kuş tüyü
Gagalarında ninni
Kaldırıp yatağımı
Uçursunlar göklere
Kendimi yıldızlarda
Bulayım birdenbire
Bana çiçek gönderme
Bir kuş ağacı gönder
Alnıma dokunanlar
İyileşmiş desinler

Seni Seviyorum

Benim için dünyanın en taze sözü bu
Yalın, aydınlık sözü
Sana her söylediğimde de hep taze kalacak böyle
Yalın, aydınlık olacak
Seni seviyorum
Kartalın dağa tutkusu var ya
Dağın dereye duyduğu sevecenlik
Derenin yatağına uyumu
Yatağın kıyıya usulca sokuluşu
Kıyının kelebeğe öpücük yollaması
Kelebeğin çiçeğe gösterdiği özen
Çiçeğin güneşe onurla dikilişi
Güneşin yeryüzüne kanat germesi
Topla bunların hepsini
Bu duyguların hepsini topla
Koy yüreğine ve oku İki kelime belirecek şıkır şıkır:
Seni seviyorum
Seni seviyorum
Karanlıklardan geçirdim seni
Seni seviyorum
Ay tutulmasını yaşattım sana
Seni seviyorum
Kasırgaya yakalandık okyanusta
Seni seviyorum
Kayalar çıktı önümüze
Seni seviyorum
Acemi bir denizciydim, usta gemici oldum
Haydi!
Sabaha artık!
Tan yerine!
Tam yol!
Yüreklerimizin yeliyle!
Seni seviyorum
Benim için dünyanın en taze sözü bu
Alnında dolaşan bir kumru kadar yalın
Seni seviyorum.
ulku tamer
Onun kimliği ve kişiliğinin oluşmasında ailesi, aldığı eğitim kadar kent olarak Antep’in de büyük rolü vardır. Antep’le ilgi anılarını yazdığı Alleben Anıları ile özyaşamından çıkarttığı dört öyküyü içeren Alleben Öyküleri (1991 Yunus Nadi Öykü Armağanı kazanmıştır), hem Antep’in kendi üzerindeki rolünü hem de Antep kültürünü yansıtması açısından dikkati çeker.
Gaziantep sevgisi konusunda Ülkü Tamer 25 Aralık 2006 tarihli Sabah Gazetesi röportajında şunları söyler:“Gaziantep benim için sadece doğup büyüdüğüm bir kent değil. Beni oluşturan en önemli öğelerden biri. Annem, babam, ninem gibi. Ben yine onların çocukları olsaydım, ama bir başka yerde doğup büyüseydim, içimdeki birtakım zenginlikler olmayacaktı sanki. Antep’e ne zaman gitsem, o zenginlikleri yeniden yaşıyorum. Belki yok olup gitti çoğu. Ama içimde bir yerlere o zenginlikleri define gibi gömmüşüm. Onları yeniden çıkarıp keşfetme olanağını sağlıyor Antep yolculukları. Jorge Amado’nun sık sık tekrarladığım bir sözü var: İnsanın anayurdu çocukluğudur. Bugün ben de anayurdumdayım.”
“Bir törendi Kavaklık’a gitmek. Aileler kararlaştırır, kadınlar anlaşır, evlerde bir şeyler hazırlanırdı. Pazar günü erkenden mangallar, tencereler, kilimler yüklenir, Hüseyin Beylerle, Abdürrezzak Beylerle, Humanızlılarla birlikte Kavaklık’ın yolu tutulurdu. Biz çocuklar Alleben’in sularında çimerken ya da ağaçlara kurulmuş salıncaklarda sallangaç sallanırken erkekler mangal yakar, çiğköfte yoğurur, bol maydanozlu soğan piyazı hazırlar, kebap yaparlardı. Fıstıklı kebap, soğanlı kebap, sarımsak kebabı, patlıcan kebabı, keme kebabı, ayva kebabı. Mevsimine göre.” (Allaben Anıları, 1997)
ulku tamer yasamak hatirlamaktir
Yaşamak Hatırlamaktır kitabında anılarını ve elbette çocukluk, Robert Kolej ve üniversite yıllarını sunar okura.
“Yaşamım boyunca günlük tutmadım. Not tutmadım. Eş-dost toplantılarında oradan buradan anılar anlatılır ya, benimkiler de öyle zamanlarda su yüzüne çıktı. Bu kitap bir yaşam öyküsü değil. Olsa olsa, yaşamımdan çizgiler. Belirli bir sıra gözetilmeden, kendiliğinden beliren renkler. İçinde karakter tahlilleri yok. Ufacık olaylar var. Başkalarının yaşamlarını bilemem, ama benim yaşamımı böylesine ufacık olaylar belirledi.” (Yaşamak Hatırlamaktır, 1998)
Ülkü Tamer, yüzün üstünde kitap çevirdi. Edith Hamilton’dan Mitologya çevirisiyle TDK 1965 Çeviri Ödülü’nü kazandı. Milliyet ve Karacan yayınlarını yönetti, Milliyet Çocuk ve Sanat Olayı Dergileri’ni çıkardı. Çocuk edebiyatı türünde de eserler de vermiştir.

http://www.leblebitozu.com/

23 Mart 2018 Cuma

Öyle bir geçer zaman ki (Biz ve Hawking)

KARA TREN: STEPHEN HAWKING (8 Ocak 1942 –14 Mart 2018)
23.03.2018
14 Mart’ta aramızdan ayrılan çağımızın Kopernik’i Stephen Hawking’iZamanın Kısa Tarihi adlı eserini konu alan Ekim 1997 tarihli (Roll, sayı 12) yazı ve vefatı sonrasında kaleme alınan zeyl ile uğurluyoruz. 14 şarkı eşliğinde…

Rolling Stones söylüyor: Time waits for no one...

Hikâye bu ya, Ben Johnson’la bir kaplumbağa yarışa tutuşmuşlar, Johnson on kat daha hızlı koştuğu için kaplumbağa kardeşe on metre avans vermiş. Fakat sonra fena halde pişman olmuş, çünkü arayı bir türlü kapatamamış ve rüzgârın oğlu Ben Johnson, zamanın çocuğu kaplumbağaya geçilmiş.
Nasıl olur demeyin, aynen şöyle olmuş: Kaplumbağadan on kat hızlı koşan Johnson onuncu metreyi tamamladığında, kaplumbağa kardeş 11. metreyi geçmiş. Johnson 11. metreyi tamamladığında, kaplumbağa kardeş bir desimetre daha ilerlemiş. Johnson o desimetreyi tamamladığında, kaplumbağa kardeş bir santim daha ilerlemiş. Johnson o bir santimi tamamlarken, kaplumbağa kardeş bir milimetre daha ilerlemiş. Johnson o bir milimetreyi geçerken, kaplumbağa kardeş milimetrenin onda biri kadar ilerlemiş. Johnson milimetrenin onda birini geçerken, kaplumbağa kardeş milimetrenin onda birinin onda biri kadar ilerlemiş...
Ve bu böyle devam etmiş; Johnson, kaplumbağa kardeşten on kat daha hızlı koştuğu halde, avans verdiği on metreyi bir türlü kapatamamış... Yarıştan sonra, şaşkınlık, içinde kaplumbağa kardeşe sormuş: “Nasıl olur da böyle olur?” Güngörmüş kaplumbağa, “olur olur, bal gibi olur” demiş, “bu çok eski bir hikâyedir”. Johnson bakakalmış, kendi kendine mırıldanmış: “Amma hikâye...”


Roll, sayı 12, arka kapak, Ekim 1997

Tom Waits söylüyor: Time, time, time...

Bir “amma hikâye" daha var. William James, 1911’de yayınlananBazı Felsefe Meseleleri adlı eserinde, bir “zaman meselesi” atmış ortaya. Ve bir “14 dakika” örneği vermiş. Roll’un 12. sayısının mana ve ehemmiyeti bakımından, James’in örneğini “12 dakika”ya uyarlayarak aktaralım.
Bazı Felsefe Meseleleri’nin yazarına bakılırsa, 12 dakikanın geçmesine imkân ve ihtimal yok, çünkü 12 dakikanın geçebilmesi için, önce yarısının, yani altı dakikanın geçmesi gerekir. Altı dakikanın geçmesi için de üç dakikanın... Üç dakika için de bir buçuk dakikanın, bir buçuk dakika için de bir buçuk dakikanın yarısının, bir buçuk dakikanın yarısı için de bir buçuk dakikanın yarısının yarısının ve onun yarısının yarısının ve onun yarısının yarısının ve onun yarısının yarısının geçmesi gerekir. Bu gidişin varacağı yer belli: Sonsuzluğun labirentleri... Ya da zamanın sıfır noktası...
Zamanın sıfır noktası... Öyle bir şey var mı? Varsa, o noktanın öncesi ne, nasıl bir şey?
Umberto Eco bu sorulardan çok sıkı bir mevzu çıkarmış. Konu şu: 24 saatlik günün bir başlangıç ânı, bir sıfır noktası olması gerektiğine göre, bu “nokta” bir “yer”de ama, nerede?
Eco o noktayı Pasifik’teki bir adaya kondurmuş. O adada öyle bir hat varmış ki, orası 24 saatin başlangıç noktası, günün sıfır noktasıymış. O noktadan sonrası ise “önümüzdeki gün”müş. Peki ya o noktanın “berisi”? O da “evvelsi gün”. Zaten kitabın adı da, Önceki Günün Adası.


Roll, sayı 12, Ekim 1997

Mevzu harbiden derin. Bir insan zamanın sıfır noktasına gidebilir mi, giderse, o anda –yani sıfır noktası hattının üzerinde durduğu anda– nerede ve ne zamandadır? Dahası, hattın “beri” tarafına geçerse ne olur, nereye gider? Evvelsi güne mi?

Donovan söylüyor: Cosmic Wheels…

Evvelsi gün, dün, bugün, yarın... Hopi kızılderilileri böyle mevzulara takılmıyor, dillerinde “geçmiş”, “şimdi”, “gelecek” diye sözcükler yok. Çünkü, Hopilere göre, zaman “akmıyor”, “oluşuyor”. Hopi'lerin düşünce dünyalarında kâinatın iki veçhesi var, “Olan”, yani tezahür etmiş olan... Ve olmakta olan, yani tezahür etmekte olan...
“Olan” objektif ve somut, “kuvveden fiile” çıkmış, somutlaşmış bir “nesnel” durum. Ve ortaya çıktığı andan itibaren “şimdi”den ziyade geçmişe ait. Zira, bir kere “olmuş” olmuş. “Olmakta olan” ise, henüz potansiyel halde olduğundan, sübjektif ve soyut. İzlenimler, imgeler, simgeler, umutlar, arzular, hevesler, niyetler, duygular ve sezgilerden mürekkep bir “potansiyel” bu. “Olmakta olan”, işte bu potansiyelin kuvveden fiile çıkarak somutlaşma, nesnelleşme süreci.
Böyle olunca, haliyle “şimdiki zaman” bir bıçak sırtı mahiyeti kazanıyor. “Olan”ın olmuş olduğu (yani artık maziye karışmakta olduğu) ve “olmakta olan”ın olmakta olduğu bir an. Dumursal durumlar yani...
Peki bütün bunların ve bu kâinatın müsebbibi ne, kim? Hopilere göre “a’ane himu”. Kelimesi kelimesine Türkçesi, “güçlü bir şey”... Tamam, “güçlü bir şey” ama ne? Hopiler ellerini iki yana açmakla yetiniyor: Güçlü bir şey, kim bilir ne? Bir tür kozmik nefes... Zaman işte!..
Deep Purple söylüyor: Child In Time…
Zamanın tanrılığı kızılderililere has bir inanç değil. Eski Yunan’da, tanrıların tanrısı Zeus’un babası da “zaman”: “Her şeyi yaratan ve yok eden Kronos”...
Çapraz bulmacalardaki bankomuz, eski Mısır tanrısı Ra da “zaman”ın ta kendisi. Güneş tanrısı Ra, doğarken böceğe, batarken krokodile dönüşüyor. Geceyarısından sonra ise çift başlı (başları aksi yönlere bakan) bir aslan halini alıyor: Routi... Yani “dün ve yarın”.
Çin düşüncesinde ise, Tao, zamanı temsil eden eril ilke Yang ile kuvveden fiile çıkmayı temsil eden dişil ilke Ying’in uzayda birleşmesinden meydana geliyor. Ayrıca, Yang ve Ying sadece kozmik ilkeler değil, aynı zamanda kozmik ritmler. Ve, zaman anlamındaki Çince sözcük, che (ne rastlantı) daha çok “koşulların bir eylemin ortaya çıkmasına elverişli olup olmadığını” bildiriyor. (O kadar kısa bir kelime, bu kadar uzun bir tarif... Oluyor işte!)

Bob Dylan söylüyor: Last night I dreamed about St. Augustine

Ortadoğu’da ortaya çıkan tek tanrılı dinlerin dışındaki inanç sistemlerinin hemen hepsinde, tanrı hep zamanın içinde var oluyor, hatta bazen de zamanın ta kendisi oluyor. Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’te ise zamanın dışında. Kâinatla birlikte zamanı da yaratıyor. Ama, önce yerküreyi, “dağları ve denizleri” yaratıyor, sonra da zamanı: “gündüzü ve geceyi”...
Yani “o”, zamandan önce de var. Peki, “zamandan önceki zamanda” Tanrı ne yapıyor, nerede ve nasıl vakit geçiriyor? Kâinatı ve zamanı ne zaman yaratıyor? Ve niye “o zaman” yaratıyor da, başka bir zaman yaratmıyor?
Hikmetinden sual olunmaz, peki. Fakat insan Einstein’ın ünlü sualinin hikmetini de merak ediyor: “Yoksa, tanrının başka seçeneği yok muydu?” Yani, kâinatı ve zamanı yaratmaya, üstelik de "o belirli anda" yaratmaya mecbur muydu?
Kâinatın bir başlangıç zamanı olup olmadığı insan zihnini öteden beri uğraştıran bir şeydi. Ne de olsa, “dünyanın düzeni” önemli ölçüde bu sorunun cevabına göre şekillenecekti. Hıristiyan teologların “filozofların filozofu” diye yere göğe koyamadığı Aristo’ya göre, kâinat ebedi ve ezeliydi, herhangi bir zamanda başlamamıştı, herhangi bir zamanda da bitmeyecekti. Hep vardı ve hep var olacaktı. Aristo’nun ezeli ve ebedi kainat yorumu, tanrının ve elçilerinin ve temsilcilerinin “müdahale” alanını bir hayli daraltıyordu. Bu da, haliyle, teolojinin işine gelmiyordu.
Aziz Augustine, Aristo’yu “revize” etti ve bugünkü Vatikan’ın bile resmi görüşü olan dogmayı ilan etti: Zaman, tanrı tarafından yaratılan kâinatın niteliklerinden biriydi ve kâinatın başlangıcından önce, zaman diye bir şey yoktu. Yani, zamanın sıfır noktası tanrının kâinatı yarattığı andı. Tanrı zamanın belli bir ânında yaratmamıştı kâinatı, zaman yaradılışla birlikte başlamıştı. Peki, Tanrı kâinatı yaratmadan önce ne yapıyordu?
“Aziz Augustine ‘Tanrı kâinatı yaratmadan önce ne yapıyordu’ sorusuna cevap vermiyordu. ‘Tanrı, bu tür sorular soracak olanlar için cehennemi hazırlıyordu’ diyemezdi herhalde...” Stephen Hawking Zamanın Kısa Tarihi’nde dalgasını böyle geçiyor.

Mustafa Topaloğlu söylüyor: Mach Keine Filozofi…

Cevabı hazırlamak Kant’a düşmüştü. Felsefenin köşe taşlarından biri sayılan Saf Aklın Eleştirisi’nde, kâinatın bir başlangıç noktası olup olmadığının “saf aklın çelişkileri”nden doğan “yanlış" bir soru olduğunu söylüyordu. “Çünkü” diyordu Kant, “eğer kâinatın bir başlangıcı yoksa, her hadiseden önce sonsuz süreli bir zamanın geçmesi gerekir ki, bu ‘absürd’ kategorisine girer. Eğer kâinatın bir başlangıcı varsa, o zaman da başlangıç noktasından önce, sonsuz süreli bir zaman var demektir ki, o zaman da ‘kâinat niye belli bir anda başlasın’ sorusu çıkar ortaya”...
Stephen Hawking’e göre, Kant aslında her iki durumda da aynı argümanı öne sürüyor. Çünkü her iki durum da aynı varsayıma, açıkça söylenmeyen, yazılmayan ama zımnen genel kabul gören bir varsayıma dayanıyor: Kâinat ebedi olsa da, olmasa da, zaman ebedi; sonsuza dek geçmişe uzanan bir zaman... Peki, bu ebedi zamanın hangi ânında kâinat yaratılıyor ve niçin başka bir anda değil de “o an”da? Ve yine Einstein’ın sorusuyla karşılaşıyoruz: Yoksa Tanrı, kâinatı “o an”da yaratmaya mecbur muydu?

Koro: Bang bang chitty chitty bang bang

Einstein'a bu soruyu sorduran, “Big Bang” / “Büyük İnfilak” teorisiydi. 20. yüzyıla kadarki teolojik, filozofik ve bilimsel tartışmaların hiçbirinde kâinatın genişlediği ya da daraldığı söz konusu edilmiyor, kâinatın hacmi sabit addediliyordu. Ancak 1929’da kâinatın genişlediğinin kanıtlanmasıyla birlikte, “hareket halindeki kâinatın nasıl yaratıldığı zihinleri kurcalamaya başladı ve ortaya “Big Bang” teorisi çıktı.
Evvel zaman içinde, kâinat minnacık ve acayip yoğun bir “şey”miş. Kalbur saman içinde “infilak” etmiş ve zaman içinde bugünkü kâinat haline gelmiş. “Big Bang” teorisi dinin yaradılış efsanesiyle pek öyle uzlaşmaz çelişkiler içinde değildi. Newton’un “ilk fiske”sinin yerini “büyük infilak” almıştı. Kâinat hareket halinde –genişlemekte olduğuna– ve kâinatın bir başlangıç noktası bulunduğuna göre, bir de “son”u olması kaçınılmazdı, eninde sonunda “patlayacaktı”. Kıyametin bilimsel adı “big crunch”dı.
Ortada, “bu ne yaman çelişki” dedirtecek bir durum yoktu. Zaten, bu nedenle, Papalık "big bang" teorisini benimsediğini dosta düşmana beyan etmiş, hatta 1981’de Vatikan’da dünyanın önde gelen bilimadamlarının katıldığı bir kozmoloji konferansı düzenlemişti. Ve Papa, konferansın kapanış törenini şereflendirdiğinde bilimadamlarına hitaben şöyle demişti: “Big bang’den başlayarak kâinatın evriminin incelenmesinin, araştırılmasının bir mahzuru yoktur…”
Ama, “hareket halindeki kâinat” kavramı, ister istemez, big bang ânını ve “big bang” öncesini de sorguluyordu.
Hareketsiz bir kâinatta, kâinatın başlangıç noktası, kâinat dışı bir güç tarafından belirlenebilirdi, fiziksel bir sebep, gereklilik yoktu. Ama, hareket halindeki –genişlemekte olan– bir kâinat kavramı, kâinatın başlangıç noktasının, tanrısal bir irade sonucu kadar, fiziksel bir mecburiyet sonucu olabileceğini de gündeme getiriyordu.

John Lennon söylüyor: Imagine…

Şimdi, bu noktada yine Stephen Hawking’e kulak vermek gerekir. “Tanrı’nın kâinatı geçmişte, kendi istediği bir anda yarattığına inanılabilir... Canı isteyen, Tanrı’nın kâinatı büyük infilak ânında, hatta daha sonraki bir zamanda, büyük infilak olmuş gibi yaparak yarattığını düşünebilir. Ama, kâinatın büyük infilaktan önce yaratıldığını söylemek anlamsız olacaktır. Genişleyen bir evren bir yaratıcıyı dışlamıyor, ama işini yapacağı zamana ilişkin sınırlamalar getiriyor...”
Einstein’ın sorusu tam da buydu zaten: Tanrı’nın kâinatı belirli bir zamanda başlatma mecburiyeti. Yaradılışın “big bang”den önce vuku bulması, Hawking’in vurguladığı gibi, mümkün değildi, “big bang”den sonrası ise gereksiz olurdu, çünkü kâinat zaten “olmuş”tu.
Geriye sadece “big bang” ânı kalıyordu. Yani Tanrı istese de istemese de kâinatı o anda yaratmaya mecburdu.
Peki o an, hangi andı? Yani zamanda hangi noktaydı? İnfilak zamanın dışında gerçekleşebilecek bir şey olmadığına göre, “big bang”in zamanın dışında bir nokta olması söz konusu değildi. Velhasıl, “big bang”den öncesi yoktu, çünkü “big bang”den önce zaman yoktu. Peki, yaradılıştan önce ve “big bang” ânında Tanrı ne yapıyordu? Aziz Augustine’in cevapsız bıraktığı tehlikeli soru yine karşımızda.
Tehlikeli bir soru, zira Tanrı’nın zamanın içinde olması gerekiyor ki, “big bang” ya da yaradılış vuku bulsun. “Big bang” zaman içinde gerçekleşen bir şey olduğundan, Tanrı’nın önce zamanı yaratmış olması ve o zaman içinde bir noktada “big bang”i gerçekleştirmesi, yani kâinatı yaratması gerekiyordu. Ancak, kutsal metinlere göre, Tanrı önce kâinatı, sonra zamanı, Aziz Augustine’in yorumuna göre de kâinatı ve zamanı eşzamanlı olarak yaratmıştı. Her halükârda, Tanrı zamanın içinde değil, dışındaydı.
Aziz Augustine, “yaradılıştan önceki zaman” tartışmasını, “kâinattan önce zaman yoktur” diye kestirip atmakta kendi açısından haklıydı. “Kâinattan önceki zaman”, Tanrı’yı ister istemez zamanla bir ilişkiye sokacaktı ve bu ilişki din hakkında pek hayırlı sonuçlar doğurmayacaktı. Ama, “big bang” teorisi bu kaçınılmaz ilişkiyi kurdu ve Aziz Augustine’in inşa ettiği dogmayı temelinden sarstı.

Madonna söylüyor: Papa Don’t Preach… 

Zaten tam da bu nedenle, 1981’de Vatikan’da toplanan konferansın açılış konuşmasında, Papa, “‘big bang’den başlayarak kâinatın evriminin incelenmesinde, araştırılmasında bir mahzur yok” dedikten sonra. Aziz Augustine’i aratmayacak biçimde bilimadamlarını uyarmıştı: “Ama, ‘big bang'in kendisini araştırmaya kalkılmamalı, çünkü o an yaradılış ânıdır ve Tanrı’nın işidir...”
Papa’nın o gün orada hitap ettiği bilimadamlarından biri olan Hawking, o anki düşüncelerini şöyle naklediyor. “Hangi konuda konferans vereceğimi bilmediğine memnun oldum. Konum uzay zamanının sonlu, ancak sınırsızlığı idi, bu da bir başlangıç ânı, bir yaradılışın olmaması demektir. Galile’yle aynı kaderi paylaşmak istemem, çünkü ona büyük bir yakınlık duyuyorum, bu belki biraz da onun ölümünden tam 300 yıl sonra doğmuş olmamdan!..”
“Big bang” teorisinin zaman boyutu, tektanrılı dinlerin yaradılış efsanesini fena halde köşeye sıkıştırmıştı: Ya kâinattan önce zaman vardı ve Tanrı zaman içinde istediği, dilediği bir anda kâinatı –icabında “big bang” süsü vererek– yaratmıştı... Ya da kâinattan önce zaman yoktu ve kâinatı fiziksel bir mecburiyet sonucunda “big bang” yoluyla yaratmıştı.
İkinci şık, Tanrı’yı “‘big bang’ yapmaya”, birinci şık ise kâinattan önce “zamanı yaratmaya” mecbur ediyordu. Zaten tam da bu nedenle, yaklaşık beş asır arayla Aziz Augustine ve Papa John Paul, “Tanrı kâinatı yaratmadan önce ne yapıyordu?” sorusunu gürültüye getirmeye gayret ediyordu.Çünkü, Tanrı ya zamanı yaratmakla meşguldü ya da “bing bang” ânının gelmesini bekliyordu. Her ikisi de bir mecburiyetti; eninde sonunda “Tanrı’yı bütün bunlara mecbur eden ne?” sorusuna bir cevap bulmak gerekiyordu. Ve kimse, Hopilerin cevabından başkasını kolay kolay veremeyecekti: güçlü bir şey...

Erkin Koray söylüyor: Öyle bir geçer zaman ki, dediğim aynıyla vaki…

Buraya kadarki satırlar 1997 Ekim’inde, Roll’un 12. sayısının “Fotosentez” sayfasına yazılanlar. 2000’lerin ortalarında yazılsaydı, girişteki Ben Johnson örneğinin yerinde tabii ki Usain Bolt olacaktı. Ama geri kalanı aynıyla vaki.
O yazının bundan sonraki kısmı Roll’un birinci yıldönümü üzerine, zaman temalı varyasyonlardı. Şimdi, bundan sonraki satırlar ise Hawking’e saygı duruşu.
Dediklerimiz aynıyla vaki ama, öyle bir geçti ki zaman… Dünya da, ülke de çok başka bir yer artık. Ve Hawking'in dedikleri, bugünün “hakikat sonrası - alternatif gerçek” ikliminde, daha da bir “damardan”. Zamanın Kısa Tarihi o zamanlarda siyasal uzantıları, tonları olan bir kitaptı, bu zamanlarda ise basbayağı siyasal bir kitap. Hawking’in kendisi de siyasal bir figür artık.
Vefatının hemen ertesinde, sosyal medyada dolaşıma giren ve paylaşım rekorları kıran fotoğraftaki savaş karşıtı gösteride, Tarık Ali ve Vanessa Redgrave’le birlikte yürüyen gözlüklü, koltuk değnekli gencin Stephen Hawking olduğu yolundaki rivayet derhal kabul gördü. Niye görmesin? 1969’daki Vietnam savaşı karşıtı bir gösteride, Hawking’in de olmasında yadırganacak bir şey yoktu.  
Derken, Tarık Ali’nin açıklaması geldi: “(Sosyal medyada) o çok paylaşılan fotoğraftaki kişi Hawking değil. Evet, Hawking Vietnam savaşına karşıydı. Irak savaşına da karşıydı. Ama fotoğraftaki kişi o değil, keşke öyle olsaydı.”
Hawking Filistin’in işgaline de karşıydı, İsrail’i boykot kampanyasını destekliyordu, BDS’nin (Boycott, Divestment and Sanctions) safındaydı. 2013’te İsrail hükümetinin yaptığı konferans davetini reddetmişti.
Dünyanın dört bir yanında Hawking’i saygıyla ananlar da vardı, dini ideolojileri çürüten çalışmalarından ötürü zındık ilan edenler, lanet okuyanlar da. Dünyanın başka yerlerindeki cihadistler gibi, Türkiye’nin siyasal İslâmcıları için de, Hawking “küfür” demekti. Başta evanjelistler olmak üzere, kökten Hıristiyanların gözünde de “engizisyonluk”tu.
Üç asır öncesinde Galile, dokuz asır öncesinde İbn-i Rüşd veya altı asır öncesinde Simavna Kadısı Bedreddin köktendinciler için neyse, Hawking de oydu. Bedreddin’i anmışken… Zamanın Kısa Tarihi’nin Türkçeye kazandırıldığı günlerde, tesadüfen –tevafuk mu demeli– Varidat da elimizin altındaydı. Aynıyla vaki: Kâinat sezgisi ve kâinat bilimi karşılaştırması bakımından,Varidat’la Zamanın Kısa Tarihi arasındaki kimi paralellikler parmak ısırtıcı.         

Bob Dylan söylüyor: Time Out of Mind…

Stephen Hawking 14 Mart 2018’de ebediyete intikal etti. Galile’nin ölümünün 300. yıldönümünde, 8 Ocak 1942’de doğmuştu, Einstein’in doğumunun 139. yıldönümünde vefat etti. Yıldızların bir bildiği var belki de. Ölüm tarihinin “Dünya Pi Sayısı Günü”ne denk gelmesi de ayrıca “amma hikâye”.    
New Yorker dergisinin Hawking’in doğum-ölüm tarihlerinin Einstein ve Galile’ninkilerle çakışmasına ilişkin nükteli tweet’inin[i] altına ciddiyetle yazılanlar, “zamanın ruhu”na ayna tutuyor. “Ölüm gününü planlamış olamaz mı”dan “mutlaka planlamıştır”a uzanan yelpazede, Einstein’ın 139. doğumgünü kadar değilse de, “Dünya Pi Sayısı Günü”nün vurgulanmış olması dikkat çekici.
Bu bahiste, ThisIsNotMyBeatiful adlı İngilizce hesabın şu tweet’ini selamlamamak olmaz: “Şu matematiğe bakın: Galile ile Hawking arasında 300 yıl, Einstein’la Hawking arasında 139 yıl var. 300+139=439. Bunu pi sayısına, 3.14’e bölün. 439÷3.14=139 (yuvarlama yok)! Tam tamına Einstein’la Hawking arasındaki yıl sayısı. #MatematikEğlencelidir”
Peki, 14 Mart’ta vefat eden Hawking’e adanan işbu yazının kendiliğinden 14 şarkı etrafında dönmesine ve dahi 1 ile 4’ün pi sayısının sonsuz küsuratının başlangıcı olmasına ne demeli?  

Taner Öngür söylüyor: Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında…

Stephen Hawking şimdi Tanpınar’ın ünlü dizelerinde. Zamanımızın içinde değil artık, ama dışında da değil büsbütün. Sadece içinde olduğumuz zamanın değil, bundan sonraki zamanların da hem dışında hem içinde bundan böyle. Onsuz, ona referans verilmeyen, onun anılmadığı zaman olmayacak artık. Galile gibi, Einstein gibi ve daha birçokları gibi.
Alevi-Bektaşi inancında gidenin arkasından devri daim olsun denir, biz de öyle diyelim. Düz anlamıyla da söyleyelim: Hawking her devirde daim olacak. Bilim ve sanat öyle bir hakikat kapısı çünkü.

Hayko Cepkin söylüyor: Anlıyorsun değil mi, zaman akmıyor sanki…

İslâm ilahiyatında olduğu gibi, Hıristiyan ilahiyatında da “faiz haram”. Haram, çünkü faizin esası, künhü zaman. Tefecilik / bankacılık kurumu zamanı alıp satıyor. Boşuna dememişler: Vakit nakittir. Oysa zamanın tek bir sahibi var: Tanrı. Tefeciler, bankalar sahibi olmadıkları, tanrının mülkü olan zamanı alıp satıyor. Günahın tillahı.
Zamanında büyük gürültü koparan Hıristiyanlığın Özü’nde, dini ideolojiyi ters yüz etmesiyle ünlü Alman filozof Ludwig Feuerbach, “zamanın sahibi tanrı değil, insandır” diye bir cümle kurabilirdi pekâlâ. Öyle demiş olsaydı, Feuerbach Üzerine Tezler’de, Marx birkaç cümle de onun üzerine ederdi. “Hangi insan?” diye sorar, “işçinin zamanıyla sermayedarın zamanı aynı değildir”diye devam eder ve şöyle bağlardı herhalde: Kapitalizmde, zamanın sahibi sermaye sahipleridir, kapitalist sınıftır, yani burjuvazidir.”
Haksız mı? Örnek çok, ama 22 Şubat 2018 tarihinde, su şirketi (bu “su şirketi” ifadesine Marx kim bilir ne derdi?) Sırma’nın çalışanlarına yolladığı, basına yansıyan e-posta en taze belge:
“Değerli Sırma grup çalışanları,
Çalışanlarımızın bütün sözlü uyarılara rağmen mola uygulamasını suistimal etmeleri sebebiyle, 15’er dakikalık ara dinlenme saatleri iptal edilmiştir. Ayrıca çalışma saatleri içerisinde sigara kullanımı için sigara içme alanına ya da kafeteryaya inilmesine de izin verilmeyecektir. Bilgilerinize rica ederiz. Saygılarımızla.
İnsan Kaynakları Müdürlüğü”
Marx bu “İnsan Kaynakları” ifadesine kim bilir ne derdi, demeyelim, soralım: Hangi çalışana sorarsak soralım, işyerinde, iş saatlerinde zaman nasıl geçiyor diye, “zaman akmıyor sanki” demeyecek çıkar mı? Peki, molalarda, özellikle de uzun molalarda ya da yıllık izinde? “Göz açıp kapayana kadar” elbette.
Feuerbach yukarıda andığımız türden bir cümle kursaydı, Marx Kapital’de söylediğini Feuerbach Üzerine Tezler'de de söylerdi herhalde: “Özgürlük zamandır.”
Peki, Hawking kapitalizm hakkında ne düşünüyordu? Robotlar emek-zaman sömürüsüne çare olabilir miydi? Bizim yerimize robotlar çalışsa özgürleşir miydik?
6 Ekim 2015’te, Reddit bilim dergisinin bu minvaldeki sorusuna cevabı:
“Eğer makineler ihtiyacımız olan her şeyi üretirse, sonuç bu üretilen şeylerin nasıl paylaşıldığına bağlı olur. Makine-üretimi zenginlik paylaşılırsa, herkes lüks bir hayatın tadını çıkarabilir veya makine sahipleri bu zenginliğin paylaşımına karşı başarılı bir kampanya yaparsa, çoğunluk sefalete gömülür. Şimdiye dek, trend ikinci ihtimal yönünde. Teknoloji eşitsizliği sürekli derinleştiriyor.”
1 Aralık 2016 tarihli Guardian’daki yazısında da şunları söylüyor:
“Otomasyon imalat sanayiindeki istihdamı kıyıma uğrattı. Yapay zekânın yükselişi de bu kıyımının orta sınıflara doğru derinlemesine yayılmasına yol açacak görünüyor. Bu da dünyanın dört bir yanında yaygınlaşan eşitsizliğin artışını hızlandıracak. İnternet ve dijital platformlar, çok küçük bir azınlığın, çok az istihdamla devasa kârlar elde etmesini mümkün kılıyor.
Mali eşitsizliklerin daralmadığı, aksine genişlediği bir dünyada yaşıyoruz. Birçok insan sadece yaşam standartlarının çökmesini değil, geçimlerini kazanma şartlarının ortadan kalkmakta olduğunu görüyor. Yeni bir toplumsal sözleşme arayışında olmaları şaşırtıcı değil. Trump ve Brexit bu arayışın görünürdeki temsilcileri.
İnsan türü, tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar işbirliğine ihtiyaç duyuyor. Dehşet verici çevresel tehditlerle karşı karşıyayız: İklim değişimi, gıda üretimi, aşırı nüfus, diğer türlerin yok oluşu, salgın hastalıklar, okyanusların asitlenmesi.
Bütün bunlar insanlığın gelişimindeki en tehlikeli anda olduğumuzun göstergeleri. Üzerinde yaşadığımız gezegeni imha edebilecek teknolojiye sahibiz, ama ondan kaçmamızı sağlayacak bir hünerimiz yok.”

Manic Street Preachers söylüyor: Me and Stephen Hawking…

İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in taziye mesajı: “Stephen Hawking’in kâinatın sırlarını açıklığa kavuşturma kararlılığı bütün dünyayı esinlendirdi. O aynı zamanda, hayatın zorlu sıkıntılarının üstesinden gelme konusunda nefes kesici bir cesaret örneği ve Ulusal Sağlık Hizmeti’nin tutkulu bir savunucusuydu. Çok özleyeceğiz.”
Corbyn’in sözünü ettiği Ulusal Sağlık Hizmeti (NHS), sosyal devlet anlayışının son kalelerinden biri. Ve dünyanın her yerinde olduğu gibi, kamusal sağlık hizmeti Britanya’da da neoliberalizmin hedef tahtasında.
Sağlığın temel bir hak, devlet açısından ise asli bir yükümlülük olmaktan çıkarılması, alınıp satılan bir meta, muazzam kârlı bir yatırım alanı, sınai-ticari sektör haline getirilmesi, 1970’lerin sonundan bugünlere, adım adım ilerleyen bir süreç. Bugün gelinen nokta ve Stephen Hawking’in sözünü ettiği insanların “mukadderatı” Ken Loach’un Ben, Daniel Blake filminde en yalın haliyle karşımızda duruyor. Slogan gibi olmasın, ama olsun: Hepimiz Daniel Blake’iz.
Stephen Hawking şanslı bir Daniel Blake’ti. Şansı Blake’ten önce dünya gelmesiydi. 22 yaşındayken umarsız motor-nöron hastalığına yakalandığı teşhis edildiğinde, sene 1964’tü. Sosyal devlet ayaktaydı, en kapsayıcı dönemini yaşıyordu. Öyle olmasaydı, Hawking diye biri olamazdı. Ne öyle bir insan, ne de öyle bir bilim insanı.
Bugün olsa, Cambridge Üniversitesi’nde olamazdı. Ailesinin bütçesi onu, değil Cambridge’e, üniversiteye göndermeye yetmezdi. Diyelim yetti, o sağlık durumuyla çalışmalarını sürdürmesi mümkün olmazdı. Bütün bunlar bir yana, hayatta kalamazdı, çünkü tedavi masraflarını karşılayamazdı. 1970’leri göremezdi. İnsanlık da öyle bir fizikçiyi göremez, o bilimsel çalışmaların ufkuna vakıf olamazdı.
Hawking o feci hastalığa rağmen 76 yaşına kadar yaşadı. Ömrünü Corbyn’in sözünü ettiği kamusal sağlık kurumuna borçluydu. Sağlık hizmetlerinin özelleştirildiği, sağlığın metalaştırıldığı, bir kâr alanına dönüştürüldüğü, Daniel Blake’lerin ölüme mahkûm edildiği neoliberalizm dönemine 22 yaşında denk gelseydi, ömrü kırk-elli yıl kısalacaktı.[ii]
İnsan ömründen bahsediyoruz. Ha onca yıl, ha 24 saat, 24 gün, 24 ay… İnsan ömrünü çalan bir “sağlık hizmeti”nden bahsediyoruz. Bunu “doğa yasası” olarak insanlığın önüne koyan küresel sermayeden, küresel neoliberalizmden bahsediyoruz.
Neoliberalizmin Britanya’daki bayraktarı Muhafazakâr Parti, sağlık sisteminin can çekişen kamusallığına ölümcül darbeyi indirmeye hazırlanıyor. ABD’de de Trump, İskandinav ülkelerindeki kamusal sağlık sisteminin soluk bir kopyası olmasına rağmen kendisini iktidara taşıyan güçlerin “komünistlik” dediği “Obamacare”i lağvetmekle meşgul.
“Ulusal Sağlık Hizmeti olmasaydı hayatta kalamazdım” diyordu Hawking. “Benim durumumda sağlık hizmeti, özel hayat ve bilimsel hayat iç içedir.” Ve sadece sağlık alanında değil, her alanda neoliberalizme cephe aldı. Ve hep neoliberal politikaların kutsal üçlüsünü hedefe koydu: Deregülasyon, kamu bütçesinin tırpanlanması, özelleştirme.
Bunları söylemekle kalmadı, açık tavır aldı, kampanyalara angaje oldu.
Stephen Hawking’in arkasında bıraktığı miras, insanlığın kâinata bakışını değiştirecek çalışmalardan, eserlerden ibaret değil. Bilimsel çalışmalarıyla kazandığı namını, konumunu eşitsizlikleri, adaletsizlikleri derinleştiren, kökleştiren, insanlığı ve gezegeni tarihte misli görülmemiş çapta tehdit eden neoliberalizme karşı seferber etmesi de var. Bu politik miras, bilimsel mirasının gölgesinde kalmayacak kadar önemli.
Anısı önünde bütün düğmelerimizi ilikliyoruz –Manic Street Preachers’ı dinleyerek:
“Boğa Herman ve koyun Tracey / Gen aktarımlı sütte insan proteini / Bebek mamasından daha ucuzdur bakterisi / Dikkat edin bugün / Bugün inek, yarın siz / (…) / Zevkten dört köşeyiz / Ben ve Stephen Hawking, gülüyoruz kah kah / Beden dersinden sınıfta kaldık / Cinsel devrimi kaçırdık / (…) / Dikkat edin / Bugün inek yarın siz…”

[i] The New Yorker’ın 14 Mart tweet’i: “Stephen Hawking Galile’nin 300. ölüm yıldönümünde doğduğunu hatırlatmaya bayılırdı. Albert Einstein’ın 149. doğum yıldönümünde öleceğini bilseydi kim bilir nasıl bir tepki gösterirdi.”
[ii] Bugün, 22 yaşındaki bir üniversite öğrencisi, Hawking’inki gibi bir hastalığa ya da daha hafifine yakalansa, onu nasıl bir gelecek bekliyor olurdu? Bu soruya güzel bir cevap için: https://www.theguardian.com/commentisfree/2018/mar/14/a-young-stephen-hawking-would-never-survive-in-todays-age-of-austerity?CMP=twt_gu
kaynak:birartıbir.org